24 yaşında, güçlü bir insan olduğumu sanırdım, ta ki tam anlamıyla saramadığım yaralarımı açan bir adam çıkıp gelene kadar. O ki, yaralarımı açmıştı, beni ateşle buzun arasında eritmiş, dondurmuştu. O ki, yaralarımı sarmış, ateşlerin içindeyken serinletmiş, buzulların arasındayken sarılmıştı. Ama şimdi, hayatının geri kalanını polisliğe adayan beni, polislerden kaçma durumuna kadar getirmişti. Aşka inanırdım, göz boyadığını bilirdim, ama kendi kilitlediğim kalbimin kapısını gözüm kapalı bir adama verdireceği aklımın ucundan geçmezdi. Şu an yanıyorduk, ama üşüyorduk da. Şuan donuyorduk, ama terliyorduk da. Aşk; bu hayatta benim kaybolduğumu düşündüğüm halde elimden tutan adamdı, elimden tutmuş beni iki dudağının arasından bir zifiriye sürüklemişti.
Aşk suçtu.
Senin olmayan birisi için beslediğin duygular bir cellat gibi dikilirdi karşına. Sonra kollarına iki asker girerdi, o askerler başını bir kütüğün üstüne bastırırken boynuna inecek baltayı büyük bir sabırla beklerdi insan beklerdi ki, cellat alacak onun kellesini.
Ama o balta inmeden önce, dururdu zaman. Sabır kanatırdı insanın her bir zerresini, bir işkenceden farksız akardı saniyeler, bir sudan sessiz, bir dalgadan daha hırçın.
Aşk cellattı, ve o balta aşkın ellerinden inerdi insanın boynuna. Sevda cehennemdi, seni sevemeyen birinin aşkı ateşdi.
Kendi kalbini yakan, kendi kanını akıtan bir kılıçtı. İnsan nasıl saplardı kendi sırtına bıçağı?
İnsan ancak aşık olsa ihanet ederdi kendisine.
Aşk ihanetdi, aşk en büyük oyun ve insanın kendine yaptığı ihanetdi.
O Yavuz Payidar'dı, kendine en büyük ihaneti yapmış sırtına bir bıçak saplamış, boynunu bir cellatın önüne uzatmıştı.
O Payidar'dı, sevdalanmıştı.
Ve sevda, onun ihanetiydi.