"Şiddet hiç geçmeyen bir yara gibidir, ve o yaraya dokunan her ruhta birer iz bırakır...'
Şiddet onun ruhunda da iz bırakmıştı. Şafak kan kokuyordu, şafak acılarım içinde kaybolmuştu. Güneşin ruhu karanlıkta yanıyordu. Bu hikayenin prensi yoktu, çünkü o bir prenses değildi. Onun yaşadığı şato bir canavarın eviydi, Güneşin damarlarında akan kan ise o canavara aitti. O bir savaşçısıydı, kaderiyle savaşan küçük bir kızdı. Küçük kızın içinde izlerle dolu bir kadının ruhu büyüdü. Kimse duymadı, evet o da duymadı aslında. Hep sordu nasıl olur da duymazlar, duymam? Sonra yıllar geçti ve o küçük kız anladı ki ağlamak için göz yaşaları, bağırmak için sesler ve ölmek için bedenler gerekmez.Onun ruhunu yaraladılar, çok acıdı. Ve annesinin izlerle dolu bedenine sarılırken bir karar verdi. Sönen ışıkların parlaklığı, ölen ruhların hayatı ve en önemlisi bunlara sebeb olan susan çığlıkların sesi olacaktı...