"Umudunun kırıldığı yerde sakat kalmaya mecbursun." Anladığımı belirten harekette başımı salladım. Her günüm bir önceki günden berbat geliyordu gözüme. Su gibi akıp giden zaman, yosun tutmuş kayalıklara ustaca çarpıp tekrar bir karmaşaya sürüklüyordu beni. Bir adım atmak bile yorgun bedenime ihtiyarlığın memnuniyetsiz dokusunu hissettiriyordu. Kadifemsi bir yumuşaklık yoktu üzerimde. Kendime genç demeyi layık görmüyordum. "Benim uykum var, dayı. Odama geçiyorum." Gözlerini bir müddet şöminenin ateşinde oyalayıp başını bana çevirdi. Yüzünde manidar bir gülümseme vardı. Duygu geçişleri çölde susuz kalmış bir bedeviyi anımsattı bana. Kurumuş dudaklarımı ıslatıp yutkundum. "Yarın bana kaktüs alır mısın? Baştan söyleyeyim, adamların seçmesin. Senin almanı istiyorum." Güldü. Üzerime yerleşen ağırlığın tesiri sürüyorken bu hâlimden uzaklaşmak adına yerimden kalkıp gülümseme yerleştirdim dudaklarıma. "Uyumaya gidiyorum." Elini kaldırıp yaşamdan uzak gözleriyle onayladı beni. Kaderin ince çizgisinde ilerliyordum. Zaman geçiyordu. Tik tak! Huzursuzca odama geçtim. Uzun süredir uyku tutmayan gecelerimde o gün ilk defa yorulmadan uykuya dalmıştım. Ve karmaşık rüyaların ardından geceleri dişlerimi sıkmaktan ağrıyan çenemin acısıyla uyandım. Tanımadığım bir çift göz karşıladı o sabah beni. Odamın duvarlarının gri olmadığını bilmeyecek kadar aptal değildim.