3 parts Ongoing Lavin, 'babana bile güvenme' sözünü kulağına değil kalbinde sessizce çırpınan bir sızı gibi taşıyordu. Her atışında biraz daha derine işleyen, sustukça büyüyen, görünmeyen ama hep orada olan bir ağırlıktı bu...
Çocukluğu, güvenin kırık aynasından süzülüp gelen keskin yansımalarla doluydu; neye elini uzatsa kesiliyor, kime sırtını yaslasa parçalanıyordu. Her anı, cam kırıklarının üzerinde yürüyormuşçasına ince bir acıyla örülmüştü. İnsanlara tutunmayı hiç öğrenememişti; ellerini uzattığında karşılaştığı hep soğukluk, hep boşluktu. Kalabalıklar içinde bile yapayalnız kalmanın ne demek olduğunu erken yaşta öğrenmişti. Tek sığınağı, annesinin sarılışında bulduğu o sessiz ve sıcak sevgiydi - fırtınanın ortasında soluk bir liman gibi... Onun kucağı, dünyanın tüm gürültüsünü susturabilen tek yerdi.
Annesinin ölümüyle birlikte, Lavin'in içindeki son ışık da sönmüştü. Onu hayata bağlayan, karanlıkta yolunu bulmasını sağlayan tek parıltı yok olmuştu. Geriye sadece bir gölge kaldı-nefes alan, yürüyen ama yaşamayan bir gölge.
Ta ki bir gün, griye boyanmış bir şehrin, unutulmuş bir kaldırım kenarında otururken... Bir yabancı, sessizce yanına yaklaştı. Hiçbir söz söylemeden, yalnızca elini uzattı ona. O an, Lavin'in donuk gözlerinde bir şey kıpırdadı-yıllardır kımıldamayan, kıpırdamaya cesaret edemeyen bir şey. O el, geçmişin tüm yükünü silip atmadı belki ama çok daha derin bir geleceğin ilk taşını döşedi. Lavin, ilk kez bir elin sadece uzatılmak için, sadece tutulsun diye var olduğunu fark etti. Ve belki de o anda, içindeki bütün duvarların çatladığını hissetti, birinin onu görmeye çalıştığını ilk kez o zaman anladı.
Bazen insan, en çok unuttuğu yerde yeniden kendine rastlar...