Uyusun da büyüsün ninni diye sallanan bir beşikten, keşke büyümeseydim denilen milyonlarca ana... Biner atın iyisineden, düşer yolun kıyısınaya... Haber verin dayısına şeker alsın kuzusuna nenniden, bilinmeyen milyarca farklı şekere... Hepsi tamamen birbirini tamamlıyordu. Her yalan bir doğruyu örtüyor her doğru ise bir yalanı gizliyor. Şekerler bitmiyor, keşkeler azalmıyordu. Yolda harap olmuş bedene bir de tır çarpıyordu. İki yürüyordu ölü beden kalkmadan tekrar başka biri vuruyordu. Ardından gelen bir karanlık, ama ölüm gibi sessiz, soluksuz. Cennet mi cehennem mi diye soruyorlardı meleğe. Cevap yok. Cevapsızlığın ardından gelen bir ışık, ama belirsiz. Var mı yok mu belli değil. Varım dese yok, yokum dese var. Ölüyorum desen ölme diyecek kadar seviyor, ölmüyorum desen öl diyecek kadar nefret dolu. Neye bu nefret? Neye bu sevgi? Tek bir cevap eşlik ediyor iki soruya da: Zorla tanıştırılmış olunan bir ölü bedene. "Ama nefes almıyor." diyor soruyu soran kişi, "Görmüyor musunuz bedenini hareket etmiyor." diye devam ediyor. "O halde..." diye yanıtlıyor onu, cevabı bilen ve bilecek olan "Ona nefes ol ki bedeni ruhunu bulabilsin." Ortada büyük bir telaş, anlamsız bir nefret, olması gerekenden fazla panik vardı. Bu panik beraberinde bir soru getirdi. "Ya olamazsam?" "O zaman başkaları olacaktır, çünkü kadının bulunduğu yerde senden fazlası var ve neredeyse hepsine sahip. Seni iki güne kalmadan unutacaktır."