Kimse bilmez doğan güneşin kendisi için acı mı, mutluluk mu, korku mu taşıdığını.
Fırtına olur, şimşekler çakar. Ardından bulutlar geçer, güneş açar. Belki bir gökkuşağı oluşur. İçinde taşıdığı tüm renkler beyazdan çıkar ve siyaha döner.
Dalgalar kıyılara vurduğu esnada derinlerden taşıdığı kumları getirir eteklerine, belki bir kaç deniz kabuğuyla.
Fakat biz saklanmışızdır ışık girmeyen bir mağaraya. Haberimiz yoktur doğan güneşten, oluşan gökkuşağından, kıyılara vuran dalgalardan. Duyduğumuz tek şey onların yarattığı seslerdir. Gürültülü, korkutucu, nefes kesici...
Ansızın birileri girer ışık olmayan karanlık hayatımıza. Dışarıdaki ışığı bir aynayla yansıtır saklandığımız mağaraya. "Gel!" der. "Gel, ne yapıyorsun bir başına karanlıkta? Bak burada her yer aydınlık."
"Ama bilmelisin; Sarraf tüm değerli taşları satar, bir tek Yakut'u kendine saklar."
-
Birbirimizi severek gururumuzu yitirdik, ihtiraslarımızın esiri olduğumuz yerde aklımızı ve korkup uzaklaştığımızda bağımızı yitirdik.
Geri döndük, kazanacağımızı sandığımız her an kaybederek inancımızı yitirdik.
Birbirimizi yitirdik.
Kendimizi bitirdik.
Ve geriye, birkaç hatıradan başka hiçbir şey kalmadı; ama onları da anımsayamıyoruz.
Çünkü çok sevip de yine yenilmekten korkuyoruz.
Fakat onsuz bir savaşın galibi olmak fazlasıyla vahim,
bu yüzden onu sevmek-
Unutmamam gerekli; birbirimizi severek gururumuzu yitirdik, ihtiraslarımızın esiri olduğumuz yerde aklımızı...