İnsanı keşfetmek zordur. İnsanın kendini keşfetmesi ise daha zor. Uğraşır dururuz, kim olduğumuzu bulmakla. Fakat bulduğumuz gerçekten biz olur muyuz? İşte en büyük soru da budur. Çoğu zaman yalan söyler zihin, ruh hakkında doğru ya da yanlış bize birini tanıtır, ama ruhumuz kabul eder mi, bilmeyiz. Gökyüzü yazar bizim kaderimizi, yıldızlar anlatır bize benliğimizi. Onların ışıklarında saklıdır göremediklerimiz, bazıları sönmüş birer yıldız olsa da, benim yalanlarımın içindeki tek gerçeklikte oydu. Onunla tanışmak, ruhumu bulmama benziyordu. Fakat unuttuğum bir şey vardı: Çoğu zaman yalan söyler zihin, ruh hakkında. Peki kalp, kalp öyle miydi? Belki öyle, belki de öyle değil. Hayatımdaki tüm karanlıklar beni içine çekmişti, ruhumu gömmeye çalışmıştım o karanlıklara. Ama o, onun gözleri ne kadar karanlık olsa da, ben her baktığımda neden onun gözlerinde parlıyordum? Ben tüm gölgeler beni hapsetmiş sanarken,tüm gölgelerin sahibi oymuş meğer ,ona aitmişim ben gölgeler prensine ,benim prensimin beyaz bir atı yoktu ama ona itaat eden gölgeleri vardı ben kendimi geceye benzetirken asıl geceyle tanışmıştım beni en parlak yıldız yapabilecek kadar...benim tüm gölgelerimi sadece o kapatabilecek kadar... fakat unutmuştum çünkü ben ölüm çiçeğiydim sevdiklerim asla benimle kalmazdı yalandan da olsa...
bilmediğim bir diyarda, yalanlardan oluşan hayatımın gerçekleriyle yüzleşiyordum. Bildiklerim hepsi aldatmacaydı. Ben ölüm çiçeğiydim, kimseye değer vermeyi bana çok önce öğretmişti yıldızlar. Ölüm çiçekleri hep yalnızdır ve yalnız kalmalıdır. Bunun hatırlamalıydım, ruhum kaderime küseli çok oluyordu. Kalbim, hepsini affetmeye yeter miydi, emin değilim.
Elzem Akay'ın sıradan ama güzel bir hayatı vardı. En iyi okullarda okumuş, en güzel oyuncaklara ve kıyafetlere sahip olmuştu. En değerli mücevherler daima onun boynunu süslemiştir. Lüks içinde yaşarken hayatta istediği her şeye kolayca sahip olmuştu. Üzerine titreyen iki abisi, onu hep güldüren kız kardeşi, iyi bir yengesi ve onu sürekli çıldırtan bir hizmetçisi varken hayat ona karşı fazlasıyla cömertti.
Tüm bunları ne bozabilirdi ki?
Bir gece korkunç bir ritüele kurban edildiğinde gözlerini bambaşka bir dünyada açar. Orta Çağın hiyerarşisinin içinde kalmışken eve dönmek hiç kolay değildi. Kendi dünyasında bir öğretmenken Ölümsüzlerin akademisinde bir hizmetçi olunca, sınıf farkının acımasız gerçekleriyle yüzleşir. Burası onun dünyası değildi, burası barbarların hüküm sürdüğü Araftı ve o, hayatta kalmak istiyorsa lüks alışkanlıklarından ödün vermeyi öğrenmeliydi.
***
"Medeniyet yoksunu, vahşi barbar!" diye ona sesimi yükselttiğimde çatılan kaşları umurumda bile değildi. Tüm gün kuyudan su çeken o değildi.
"Şu sivri dilin bir gün başına bela olacak." Sert bakışlarla beni uyardıktan sonra merdiveni işaret etti. "Kahyadan fırça yemek istemiyorsan işinin başına dön."
"O kadın bir cadı." Ondan bahsederken bile tiksintiyle yüzümü buruşturdum. "Bence benden nefret ediyor."
"Hayret." Kaşları alayla yukarı kalktı. "Oysaki çok sevilesi bir kadınsın." İğneleyici sesiyle ters ters ona baktım. "Sizde öyle Savcı Bey," dedim oyunbaz bir ifadeyle. "Sizi görenlerin yüzünde güller açıyor."
"Bunu inanarak söylemiyorsun."
"Tabii ki inanarak söylemiyorum."
Gülerek bana ikinci kez merdiveni işaret etti. "İşinin başına dön aksi taktirde yarın seni sınıfıma almam. Bir hizmetçiye ders verdiğim için yeterince sorun yaşıyorum."
Bu vahşiler kendi dünyamda ne kadar zengin ve asil olduğumu anlamak istemiyordu.