Gri silahın metal ucunun şakağına yaptığı baskının verdiği soğuklukla ürperdi genç kadın. Yaşamını, hayatın unutulmaya yüz tutmuş, hayatın o profesyonel kameralarının görüş acısına girmeyen o minik köşesinde yaşamaya kararlı genç bir kadındı kendisi bir ay öncesine kadar ama şimdi her an o son nefesi alabilir ve belki ciğerlerine ulaşamadan burada yığılıp gidebilirdi. Fakat onu endişelendiren yaşamının burada sonlanabilecek olması değildi, 24 yıllık hayatı boyunca ilk kez farklı bir yerinden kavramışken hayatı ilk kez gözlerinin doğuştan gelen o genetik rengiyle değil de düş ve gerçek arasındaki o ince ve keskin tasviri mümkün olamayan renkle baktığını hissederken, yeni bir bebek gibi gözlerini dünyaya açalı bir ay olan bir bebek, bu hayattan gidiyor olacağıydı. İşte genç kadını bu düşünce o kadar çok endişelendiriyordu ki şu durumda ne şakağına dayanan o metalin, ölüm soğukluğunu simgeleyen o hissi ne de beyninden fışkıran kanlarla kendi kanının kokusunu taşıyan aynı ölümün sıcaklığı umurunda değildi. Beynini işgal eden tek düşünce bir kara delik misali içine zorla çekildiği bu hikâyenin, böylece bitecek olmasıydı. Kendisi bir kahraman değildi, hayatı boyunca hiçbir kahramana da özenmemişti yine de burada bu şekilde yitip gitmeyi kendi benliğini tarumara uğratıp, içinden fırlayan bu yeni karakterine yediremiyordu.
Beyninde havai fişek gibi patlayan, ve dört bir yanını kırmızıya, sarıya, beyaza, mora, maviye ve eksiksiz tüm diğer renklere boyayan bu düşünceler, hislerinin sırtına tutunup pembe soluk dudaklarını kaplayan o tebessümle sıçramıştı yüzüne. Düşüncelerinin aynası olan bu tebessüm yaşamını elinde tutan, silahın sahibi olan diğerini kışkırtmıştı, silahın şakağı üzerindeki artan baskının hemen ardından ne geleceğini biliyordu genç kadın. BANG.