"iyi misiniz, küçük hanım?" önce görüş alanıma giren peçeteye, sonra da elin sahibine baktım. 40'lı yaşlarında, saçlarının önü ve sakalları hafif kırlaşmış, yakışıklı bir adam duruyordu karşımda. normalde olsa peçeteyi almaz, onunla da konuşmazdım. ama hayat boyu böyle "temkinli", daha doğrusu korkak yaşayarak ne kazanmıştım ki? hiçbir şey. kaybedecek hiçbir şeyim de yoktu. uzattığı peçeteyi alırken, "iyi mi görünüyorum sizce?" diye sordum. hafifçe güldü. "kalbinizi kıran bir erkek mi?" "bilemediniz. o kadar basit dertlerim yok." "ama başka bir şeye üzülmek için fazla... güzelsiniz." eski irem olsa, adamın ona sarkıntılık edeceği, peşini bırakmayacağı, hatta tecavüz edeceği gibi teorilerde bulunup yabani gibi kaçardı. ama ben eski irem olmak istemiyordum artık. kendimden de, yaşadığım hayattan da nefret ediyordum. hem yetişkin bir kadındım artık, erkeklerden korkan, eve erkek misafir gelince odasına saklanan o küçük kız çocuğu değil. (...) "insanlar nasıl olursa olsun, hayatın boş ve manasız olduğu kesin." "hayatın anlamını... ancak deneyerek, deneyimleyerek bulabilirsiniz." "neyi deneyeceğim ki? çok gezen mi bilir çok okuyan mı diye bir laf vardı. o kadar çok okudum ki, her şeyin sırrını çözmüş gibi hissediyorum. hepsi boş geliyor." "işte bu çok okuyanların düştüğü en büyük yanılgıdır. deneyimleri başkalarından dinleyerek, kendileri yaşamış gibi olduklarını sanırlar. böylece deneyimden kaçarlar ve boş ve anlamsız olarak tanımladıkları bir hayat yaşarlar." tren yaklaşırken bir kağıda birşeyler yazıp kucağıma attı. "dışardan izlemeyi bırakıp deneyim yaşamak isterseniz beni arayın."