Nasıl olacaktı... Hayat onlara nasıl gülecekti...
Verilen onca can, dökülen onca kan, binlerce yanan onca yürek üzerine bir yuva kurulup mutlu olunabilir miydi?
Hayat onlara en acımasız yüzünü gösterirken gülebilecekler miydi? Her şeye rağmen mutlu olabilecekler miydi?
Bu o kadar kolay mıydı?
Yaşamak ne garip şeydi...
Ölmek ne garip şey...
Toprağa karışmak... Toprak olmak... Peki ya yaşarken ölmek...
Her günü yaşarken aslında gerçekte biraz daha ölmek...
Yağmur yağacak,
Islanacaklardı...
Güneş doğacak,
Yanacaklardı...
Rüzgar esecek, kasırga vuracak,
Savrulacaklardı...
Hayat hep üst üste vuracaktı sillesini. Hep en acımasız yüzünü gösterecekti onlara.
Ama onların hepsinin üstesinden gelebilecek çok büyük bir aşkları vardı. Dağlar kadar büyük, gökyüzü kadar uçsuz bucaksız, karanlığa doğan güneş kadar parlak...
Atakan Eralp, Birce'nin hayatına bir rüzgar gibi girip çıkmıştı. Arkasında da bir ehliyet, iki kare fotoğraf ve tutulmamış bir söz bırakmıştı. Birce ise Atakan'ın yakasını öyle kolay kolay bırakmayacaktı. Atakan'a ulaşmak için çevirdiği dolaplar biraz fazla başarılı olduğunda kendisini fenomen bir spor programının aksi ve soğuk yönetmenin asistanı olarak bulmuştu. Artık Atakan'a gölgesi kadar yakındı, yalnızca ufak bir sorun vardı. Atakan dahil olmak üzere herkes, Birce'nin kanal sahibinin şımarık torunu olduğunu zannediyordu. Atakan'ın yanına sızmak kolaydı. Ama sosyetenin prensesi Birce Soyak'ın tacını taşırken kalbine sızmak hiç kolay olmayacaktı...