Soğuk bir kış günüydü. Yirmi iki yaşındaydım. Beni dışarıya önemli birşey konuşmak için çağırmıştı. Gittim.
"Atlas, bak ne aldım! Acıbadem kurabiyesi. Sen çok seversin."
"Ayrılalım."
Elimdeki kurabiye paketini yere düşürdüm. Kafamı iki yana salladım.
"Ne? Birden bire ayrılmak istemenin sebebi ne!"
"Kendimce sebeplerim var Safir. Kurabiyeyi sen yiyebilirsin. Acıbadem kurabiyesini sende çok seviyorsun."
Atlas oturduğu banktan kalkıp uzaklaşmaya başladı.
"Birbirine düzgünce veda etmeyen iki insan, bir gün tekrar karşılaşırmış." Dedim. Soğuktan ağzımdan dumanlar çıkıyordu. Atlas arkasına döndü ama yürümeye devam etti. "Ben düzgünce veda ettiğimi düşünüyorum. Umarım tekrar karşılaşmayız." Dedi.
Ayrılık, ayrılık aman ayrılık...
Her bir dertten alan, yaman ayrılık.
Karın yeni bir asfalt oluşturduğu zemine, dizlerimin üzerine çöktüm.
"Kurabiyelerim..." Diyebildim. Atlas, beni az önce terk etmemiş gibi kurabiyelerim dedim. Belki birdaha acıbadem kurabiyesi yiyemeyecek olduğum için dedim. Belki de son kez onunla birlikte bu kurabiyeleri yiyemediğimiz için dedim. Titreyen ellerim ile kurabiyeleri kese kağıdının içine doldurdum. Sanki çok değerli bir eşyaymış gibi kese kağıdına sarıldım. Kalkmadım dizlerimin üstünden. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Yoldan geçen insanlar suratıma alayla baktılar. Umursamadım. Ben, vücudumu saran ellerin eksikliği olduğu için üşüyordum. O insanlar ise, soğuktan.
Ben, sadece çok üzüldüğüm zamanlar saçlarımı kestirirdim. Belime kadar uzanan siyah saçlarımı boynuma kadar kestirdim. Dedim ya en başında, aşk bir veremdi. En kötüsü de benim bu vereme yakalanmam oldu.