Gün batımına yaklaşırken, Türk toprakları üzerinde yüksek dağların zirvesinde bir orman kıyısında, eski bir kalenin silueti beliriyordu. O kalenin içindeki odalarda, tarihi boyunca pek çok zafer kazanmış, adını tüm dünyaya duyurmuş bir komutanın hatıraları yankılanıyordu. Adı, Osmanlı İmparatorluğu'nun gurur kaynağı, cesaretin ve stratejinin simgesi olan Yavuz Kaptan'dı.
Yavuz, boynundaki kılıcını bir an için elinden bırakıp geniş pencereden dışarıya bakarken, gözleri titriyordu. Geçmişteki savaşların yankıları, henüz unutulmamış olan sesler kulaklarında çınlıyordu. Zaferin arkasındaki acı ve kayıplar, her geçen gün daha da derinleşiyordu.
O zamanlar, genç yaşta girdiği ilk cephede, düşmanlarını korkuyla sarmış, yalnızca stratejiyle değil, gücüyle de düşmanlarına korku salmıştı. Fakat her zaferin, bir bedeli vardı. Kalbinin derinliklerinde hissettiği yalnızlık, yıllarca peşinden gitmişti.
Bir sabah, Yavuz'un huzurunda toplanan komutanları, ona yeni bir hedefin gerekliliğinden bahsediyorlardı. "Komutanım, halkımızın geleceği, yeni bir fetih ile şekillenecek. O topraklarda zenginlik var, ancak önce düşmanımızı alt etmeliyiz." dediler.
Yavuz'un bakışları, hüzünlü ama kararlıydı. "Düşmanlarımız ne kadar güçlü olursa olsun, biz bir araya geldiğimizde onları alt edebiliriz." dedi ve bu sözler, etrafındaki her subaya cesaret verdi.
Ancak Yavuz'un aklında tek bir şey vardı: "Zaferin tadını kimse sonsuza dek süremez. Ancak geriye kalan tek şey, vatanın özgürlüğü.