Bir varmış, bir yokmuş. Masal bu ya, dağların göğe değdiği, gecelerin kurşun gibi ağır aktığı bir ülkede, zamanın bile cesaret edemediği bir hikâye saklanırmış.
Rüzgâr, her estiğinde bu hikâyenin izlerini taşırmış; kimi zaman bir siperde kurumuş kanın kokusunda, kimi zaman da eski bir mektubun solmuş harflerinde fısıldarmış: "Her ihanet, bir gülüşle başlar..."
Bir ülkenin kalbinde, iki kardeş büyürmüş aynı toprağın, aynı ekmeğin, aynı annenin duasında. Biri ateşmiş, biri duman. Biri gökyüzüne bakıp yıldızları sayarken, diğeri yerdeki gölgeleri sayarmış. Habil ile Kabil'in kaderi gibi, onların kaderi de birbirine düğümlüymüş. kanla, yeminle, ihanetle...
Ve bir gece, yıldızlar tanıklık etmiş birbirine sırt çeviren iki kardeşe. Kurşunlar susmuş, vicdanlar konuşmuş. Bir hain çıkmış içlerinden. Ama kimdi? İşte hikâye burada başlamış.
Masal bu ya...
Kurşunlar kadar ağır yeminler edilmiş,
Gözyaşıyla yazılmış mektuplar yırtılmış,
Ve bir çift göz, yıllar sonra hâlâ aynı ismi fısıldamış:
"Kardeşim..."
İşte şimdi başlıyordu asıl hikâye.
Aşkın gölgesinde saklanan ihanetle,
İhanetin kalbinden çıkan bir aşk hikâyesiyle.
Ve bir kardeşin, diğerini hem sevip hem yok etmek zorunda kaldığı o geceyle...
Sokağın köşesinden her geçtiğinde kalbim yerinden fırlayacak gibi olurdu. Aramızda ne bir selam vardı, ne de göz göze gelişler... Ama ben onu yıllardır seviyordum. Belki de çocuk aklımla başladım ona bakmaya, ama büyüdükçe bakışlarım sustu, içimdeki ses çoğaldı. O beni hiç görmedi, bense onu her sabah camdan izledim. Mahallede herkes onu "dokunulmaz" bilirdi; bense sadece bir kere adımı söylesin isterdim. Ama bazı hayaller, sadece içten içe büyür; gerçekleşirse güzelliğini kaybeder ya... Belki de o yüzden sustum hep. Belki de o yüzden bu aşk, hiçbir zaman başlamadığı hâlde en çok içimi yakan şey oldu.