İstanbul,
Gece.
Kalabalık bir club, neon ışıkları, sigara dumanı ve kayıp bakışlar.
Sahne ışıkları yüzümü keskin bir maviyle aydınlatıyordu. Gözlerim kapalı, elimdeki mikrofonu sımsıkı tutuyordum. İnsanlara şarkı değil, içimden kopan bir sır fısıldıyordum ama kimse farkında değildi. Sözler dudaklarımdan dökülürken, kalabalığın sessizliğini dinliyordum.
Kalabalık beni izliyordu ama görmüyordu.
Çünkü, görünmek istemiyordum.
Yıllarca öğrendiğim en önemli şey buydu: Ne kadar az görünürsen, o kadar çok yaşarsın.
Uzun, siyaha çalan koyu kestane saçlarım gevşek bir atkuyruğuyla sırtıma dökülmüş, birkaç tutamı yüzüme inmişti. Tenim, sahne ışığında neredeyse porselen gibi solgun, keskin bakışlarımı daha da vurguluyordu. Gözlerim, bir şey anlatmadan tehdit edebilen türdendi. Üzerimdeki siyah saten elbise vücudumu sarmıyor, saklıyordu. Fazla bir şey göstermezdi ama kendini göstermeye alışkın beden diliyle, sahnede görünmeden var olmayı başarıyordu.
Şarkı bittiğinde bir alkış tufanı koptu. Hafifçe eğilip sahneden indim. Kalabalığın arasına karışırken yüzüme tanıdık bir maske geçirdim: kayıtsızlık.
Alışkanlıkla yapıştırılmış bir ifadesizlik.
Ama içim başka bir yerdeydi. Çok daha uzak, çok daha karanlık bir yerde. İnsanlar arasında yürürken, yüzüme kayıtsız bir maske taktım.
İçim bambaşka yerdeydi.
Dünden sonra hiç birşeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum.
Ben yıllar önce içinde doğup büyüdüğüm karanlıktan kaçmıştım ama karanlık yine bana sızıyordu. Her şey, bir adamın beni başka bir adama emanet etmesiyle başlamıştı.
Unutmamak gerekirdi ki, geçmiş, geceye benzerdi.
Sessizce yaklaşır, elini uzatır ve seni tam sırtından yakalardı.