"Bazen en büyük sır, insanın kendi kanındadır..."
Manolya...
İspanya'nın güneşli sokaklarında büyümüş, geçmişini sessizce gömmüş bir kalp cerrahı. Babasını hiç tanımamış, annesinden ise yalnızca suskunluk miras kalmıştı. Hayatını başarıyla doldururken, içindeki boşluğu unuttuğunu sanmıştı. Ta ki bir gün gelen o mektuba kadar.
Mardin'den gelen birkaç satır, Manolya'nın hayatını yerle bir eder. Yıllardır yüzünü bile görmediği babası artık onu çağırıyordur. Ve Manolya, cevapsız sorularına yanıt aramak için doğduğu topraklara, kendi geçmişinin kalbine doğru yola çıkar.
Ama bu yolculuk sıradan bir kavuşma hikâyesi değildir.
Bir kan davasının tam ortasında, ölüm sessizliğiyle örülmüş bir aşiretin içine düşer.
Geçmişin küllenmiş sanılan sırları, Manolya'nın tenine tokat gibi iner.
Ve bir gün, nefretle tanıştığı adamın karısı olmak zorunda kalır...
Kan, aşk ve ihaneti aynı satırda buluşturan bu hikâyede, Manolya'nın attığı her adım kendi kalbine saplanıyor.
Geçmişin karanlığı, onun kaderine yön verirken, Manolya artık sadece bir doktor değil... bir kurban, bir tehdit ve belki de bir cellattır.
Onlar... ateşle barut gibiydiler. Bir araya geldiklerinde yanmamak imkânsızdı. Cihan ile Alya'nın hikâyesi başından beri imkânsızdı; yasaklarla, engellerle, göz göze geldiklerinde bile içten içe yanan bir tutku ile örülmüştü. Birbirlerini sevmekten vazgeçemediler ama yan yana durmaları bile felaketi çağırıyordu.
Cihan için Alya dokunulmazdı. Elini uzatsa yanacağını biliyordu, ama kalbi her defasında ona koşuyordu. Alya ise kendi içinde fırtınalar taşıyordu; hem sevgisinin büyüklüğüyle hem de anneliğinin ağırlığıyla. Onu vazgeçilmez yapan şey belki de buydu: ulaşılmaz, yasaklı ve bir o kadar da gerçek oluşu.