Perde açılır. Siyah bir sahne. Bir kadın köprünün kenarında durur.
Rüzgâr saçlarını savurur, karanlıkta tek bir cümle yankılanır:
"Henüz izin verilmedi."
Böyle başlar Yıldız'ın hikâyesi.
Bir öğretmen...
Hayallerini devletin kapısında tüketmiş, cebinde açlık, yüreğinde yalnızlık büyütmüş.
Hayata tutunacak hiçbir dalı kalmamışken, ölümde aradığı huzuru bile elinden alınır.
Çünkü Yıldız artık kendi hayatının sahibi değildir.
Karanlığın efendileri onu seçmiştir:
Yaşayacak... ama kendi için değil.
Ölecek... ama kendi istediği an değil.
Bir uşak olacak: Ölümün Uşağı.
Ve sahneye bir adam çıkar: Atilla.
Bir düşman.
Bir hedef.
Bir ölüm fermanı.
Ama aynı zamanda en derin bağımlılık, en keskin zehir, en karanlık aşk.
Sahne boyunca kan konuşur, ihanet sahneleri oynanır, her replik daha büyük bir çöküşün habercisidir.
Yıldız ve Atilla'nın hikâyesi bir aşk değildir; bu, ölümle yazılan bir anlaşmanın, ihanetle mühürlenen kaderin tiyatrosudur.
Perde kapanır. Ama hikâye burada bitmez.
Çünkü bazı oyunlarda tek son vardır: ölüm.
"Ölümün Çırağı", bir kadının kendi ölümünden kovulduğu, aşkın bile bir silaha dönüştüğü, ihanetten beslenen karanlık bir yolculuğun hikâyesi.
Burada kurtuluş yok.
Burada tek gerçek, ölüme yazılan kaderdir.
Songül ve kardeşi olan Ahu babalarının ölümünden sonra birbirlerinden kopmuşlardı. Ahu tanık koruma sonrası Songül'ün gerçekten koruduğu adamla evlendiğini öğrenmişti. İstanbul'a gelip uzun zaman sonra kardeşini görmek isterken eniştesinin kardeşi Yaver'e aşık olacağı gerçeğini atlar. İkili biraz garip tanışırken Ahu yaşananlardan sonra Yaver'e bir daha güvenebilecek midir?