Onunla aynı odada olmak, sanki yanardağın ağzında durmak gibiydi.
Bir adım atsam yanacağımı biliyordum, ama geri çekilmek de artık mümkün değildi.
Kız bana baktı - o bakışta hem meydan okuma hem davet vardı.
Bir insan aynı anda hem bu kadar masum hem bu kadar tehlikeli nasıl olabilirdi?
Ellerimi cebime sakladım, sesim boğazımda kısıldı:
"Seninle konuşmak bile başlı başına tehlike."
Gülümsedi. O lanet gülümsemesi...
"Tehlikeyi sevmeyen adam, neden her defasında bana yaklaşıyor peki?" dedi.
O an, kalbimle aklım birbirine girdi.
Ben yıllardır kontrolüyle övünen bir adamdım - işimde, hayatımda, duygularımda.
Ama onun karşısında tüm o düzen, saniyeler içinde çöktü.
Yaklaştı. Parmakları gömleğime değdiğinde nefesim kesildi.
"Belki de bazen kendini kaybetmek, en doğru şeydir," diye fısıldadı.
Gözlerimi kapattım.
Bir yanım kaç dedi.
Diğer yanım, o sesi susturmak için onun dudaklarına dokunmak istedi.
Ve o an anladım...
Bu kız benim sınavım değil, cezamdı.
Ama ben o cezayı bile bile kabul ediyordum.
***
O, durduğu yerde bile olay çıkaran bir kızdı.
Kurallara baş kaldıran, neşesiyle herkesi peşinden sürükleyen, arkadaş grubunun kalbi. Girdiği her ortamda dikkatleri üzerine çekerdi özellikle de onun dikkatini.
Ve o...
Kendini işine adamış, disiplinli, planlı bir adamdı. Hayatında hiçbir şey sürpriz olmamalıydı. Ta ki o kız karşısına çıkana kadar.
Kızın kahkahası, yürüyüşü, her bakışı... Adamın tüm odağını yerle bir etti.
Onunla geçen her saniye, bir sınav gibiydi.
Ama asıl soru buydu:
O kız, onu her fırsatta baştan çıkarırken gerçekten rahat durabilecek miydi?
Ve o adam, bu kadar ateşe rağmen gerçekten dayanabilecek miydi?
Belki de bazı yangınlar söndürülmek için değil, birlikte yanmak içindir.
Bazı yaralar kanamaz... ama hiç kapanmaz.
Gökçe'nin hikâyesi de tam olarak böyle bir yara.
Küçük yaşta ailesi tarafından terk edilen, hayatta kalmak için savaşan bir kız çocuğu...
Yıllar sonra hemşire olup kendi ayakları üzerinde duran, acılarını kimseye göstermeyen bir kadın.
Ve bir gün - her şeyini verdiği adamı, Cihangir'i toprağa veriyor.
Geride sadece bir mezar, bir anı defteri ve karnında büyüyen bir mucize kalıyor.
Yalnızlığa, korkuya, geçmişine rağmen hayatta kalmaya çalışan Gökçe, bir DNA testiyle tüm geçmişini altüst edecek bir gerçekle yüzleşir:
Kaybolduğu yıllar önce onu aramaktan hiç vazgeçmeyen bir ailesi vardır.
ağabeyleri, onu hâlâ "kardeşim" diye saracak kadar seven bir adam...
Ve geçmişin sessizliği, yeniden yankılanır.
Ama her şey bu kadar basit değildir.
Gökçe, yıllardır içinde bastırdığı öfke ile yeni bulduğu aidiyet arasında sıkışır.
Bir yanda onu yalnızlıktan kurtarmak isteyen Atlas,
diğer yanda, hiç tanımadığı ama kanından olan bir aile.
Gökçe artık sadece geçmişiyle değil, geleceğiyle de yüzleşmek zorunda.
Çünkü artık yalnız değildir.
Karnındaki küçük kalp, ona yeniden yaşamayı öğretmektedir.
"Kayıp Kökler", kaybedilen aileyi, bulunamayan sevgiyi ve bir annenin ayakta kalma mücadelesini anlatan sarsıcı bir hikâye.
Yalnızlıkla baş etmeyi, affetmeyi ve yeniden sevilmeyi öğrenen bir kadının hikâyesi...