Yapılacak hiçbir şey yoktu. Elim kolum bağlı, öylece oturmaktan başka çarem yoktu. Kelimeler dudaklarıma ulaşamadan genzimi yakarken, kalbimi nasıl da dağlıyordu. İnsan, sevdiğine yalan söylemeyi nasıl da kabullenmek zorunda kalıyordu? Kalıyordu işte. Kalıyordum. Parmak boğumlarımı acıtan alyans, ciğerlerimi daha çok acıtıyordu. "Neden?" diyerek yok etti sessizliği Tuna. "Neden Bahar?" Emindim. Gözlerim, ağlamaktan elbisemin renginden de koyu bir kırmızıya dönmüştü. "Ağlama! Kahretsin, ağlama!" Elinde tuttuğu bardak, uyguladığı basınçla tuzla buz olurken gözyaşlarım daha da şiddetlendi. Ellerinden usulca süzülen kan, içimi sızlatmıştı. Kana bulanmış elleri, daha birkaç saat önce parmaklarıma geçirilmiş alyans olan elimi bileğinden kavrayarak yüzümün önüne kaldırdı. "Bahar! Delireceğim!" Diye sessizce haykırdı. "Kahretsin delireceğim!" yüreği haykırdı. Kelimeler yoktu. Kelimeler artık tükenmişti. Benim ne yaptığımdan haberim vardı fakat, o ne yaptığından bir haberdi. Akan son bir kaç göz yaşı damlasını parmağımla tarumar ederken yanaklarımdan, sessiz nefesler döktüm. İşte şimdi, tam da her şeyi en baştan alacağımız yerdeydik. İşte şimdi, tam burada saat 22.48'i gösterirken ve takvim yaprağının üzerinde 18 Eylül yazısı varken kış gelmiş, bahar çoktan yitip gitmişti.