Rüzgar sertçe bir şeyler üfledi meleğin yüzüne. Karşı denizlerin üzerinden gelip bağırmıştı sanki.
Saçlarının arasına girip kokusuna karıştı ve tüm şehre doğru yol aldı. Her gittiği yerde kendilerinden
birer parça bırakıyordu.
Uçurumun kenarındaydı melek. Hayatında ilk defa hiçbir şey düşünmüyordu. Hayatında ilk defa gerçek
anlamıyla bomboştu. Beyninin içinde gri, içi boş bir bulut vardı sadece. Kalbi ilk defa düzgün atıyordu,
atmıyordu da denebilirdi. Öyleki bir şey hissetmiyordu. Geldiğinden beri her şey parmakuçlarından
süzülüvermişti.
Çıplak ayaklarıyla bir adım daha attı taşların üzerinde. Geldiği yoldan bir adım daha uzaklaştı. Her şeyden
uzaklaştı, hiçbir şeye yakınlaştı. Üzerinde beyaz ipek elbisesi, kalbindeki acının bedenine vurduğu izlerini
örtüyordu. Simsiyah saçları açıktı ve rüzgarla beraber geride bıraktığı mesafelere uçuşuyordu...
Melek; gökten yere inerken, kanatlarındaki mutluluğu ve huzuru tüm dünyaya yayacağını düşünmüştü
uçarak. Gökteydi, inmeye başladı. Aniden kötülüğün namlusuna yakalandı kanadı. Bağırdı, yere düştü.
Dizlerinin üstüne çöktü, gözünden dökülen inci gibi bir yaş suladı toprağın ufacık bir kısmını. Kırılan
kanadından sıçrayan mutluluk dağıldı dört bir yana düzensizce...
O artık bir melek değildi. Kanadı kırılmış bir melekti. Ama böyle yaşamak istemiyordu. Uçmasa ne anlamı
kalırdı kanatların? Yerde sürtünerek kararınca ne değeri olurdu? Boynu bükük, kanadı kırık bir melek,
neden boş boş gezinsin yeryüzünde?
İçinde bir yerlerde, bir leke vardı bu meleğin. Kurumuştu, beyaz kalbinde derinlerde bir yerlerde,
duruyordu. Henüz doğmamış bir zebaninin iziydi bu...
Kanadı kırık bir melek olarak kalamazdı. Tekrar kanadı da olamazdı.
Boşluğu adımıyla doldurup, o lekeyi yeniden