Uyandığımda yanım boştu. Seslendim, önce usul usul, sonra haykırarak, sesime ses veren hiç kimse yoktu. Yataktan fırlar gibi, çıkmıştım. Çırılçıplaktım. Kapının üzerinde, çilekli ruj ile yazılmış ''ben gidiyorum'' yazısı, gözlerimi dolduruyordu ve o çilek kokusu, içime ince ince işliyordu...
Çaresiz, yorgun, bitap bir halde oturup kalmıştım, yatağın sağ yanına. Onun teri sinmişti, terinin kokusu vardı, çarşafta. Gözümü dolduran çilek kokulu ruj, gözümden süzülen yaşların en büyük nedeniydi. Dün geceki sevişmemiz, son sevişmemizdi. Son kez gezdi, tenimi elleri ve ben son kez öpebilmiştim, en sevdiğim yerlerini.
İçime işleyen çilek kokusu, daha şimdiden yüreğime ağır özlemler yüklüyordu. Derin düşünceler, sarıyordu bedenimi. Adını haykırdım defalarca, defalarca ''neden'' diye sordum, ses vermeyen duvarlara. Gitmişti, kimsesiz, çaresiz, sessiz bırakıp gitmişti beni.
...
Atakan Eralp, Birce'nin hayatına bir rüzgar gibi girip çıkmıştı. Arkasında da bir ehliyet, iki kare fotoğraf ve tutulmamış bir söz bırakmıştı. Birce ise Atakan'ın yakasını öyle kolay kolay bırakmayacaktı. Atakan'a ulaşmak için çevirdiği dolaplar biraz fazla başarılı olduğunda kendisini fenomen bir spor programının aksi ve soğuk yönetmenin asistanı olarak bulmuştu. Artık Atakan'a gölgesi kadar yakındı, yalnızca ufak bir sorun vardı. Atakan dahil olmak üzere herkes, Birce'nin kanal sahibinin şımarık torunu olduğunu zannediyordu. Atakan'ın yanına sızmak kolaydı. Ama sosyetenin prensesi Birce Soyak'ın tacını taşırken kalbine sızmak hiç kolay olmayacaktı...