Ariel Silverfang başını belaya sokmaya devam ediyor.
Tekme.
Ariel, bezgin bir şekilde göz kapaklarını kaldırırken karşısındakinin kim olduğunu biliyordu. Adamın yüzüne bakıp hafifçe gülümsedi. Tekmelerin, zincirler kadar acıtmadığını hala öğrenememiş miydi? Başını geriye yaslayıp huzurlu bir şekilde nefes almaya devam ederken; bunun adamı daha da sinirlendireceğinin farkındaydı.
Burada olmayı o seçmemişti, başına gelenlerin hiçbiri onun seçimi değildi. Hala kendini huzurlu bir sahnenin içinde hayal ediyordu; etrafta kan ve ürkütücü yaratıklar yoktu. Güvendiği insanlar ona ihanet etmemişti. Mutlu bir şekilde kardeşine gülümseyip, ödevlerinde ona yardım edemeyeceğini söylüyordu.
Sonraki tekme hayalleri yüzünden yukarı doğru kıvrılmış dudaklarına geldi. Unutmaması gereken şeylerden biri buydu, vaat edilen kişi olduğu iddia edildiği an hayalleri elinden alınmıştı. Ariel Le Fay, toprağın altında bir kutuya kapatılmış ve üstüne tonlarca kural yüklenmişti.
İşkencecisi karşısında duran kayalardan birine çöktü. Onu izlemeyi severdi. Ariel, ona eski zamanlardan kalma bir Tanrıça tablosunu hatırlatıyordu. Burada alevlerin içinde bile Hades'in umutsuz aşkı Persephone kadar güzeldi. Evet!, diye bağırdı zihni.
Ariel, Persephone'du.
Bahar.
"Bir canavar yarattım" dedi gülümseyerek.
Kadın kapatmış olduğu gözlerini açarak ona baktı. Gözleri lacivertin en güzel tonunu taşıyor, adama asla ulaşamayacağı mutlu kıyıları hatırlatıyordu. Bir zamanlar kıpkırmızı olan dudakları şimdi soluk mor bir renk alsa da yine de güzeldi. Dudakları yukarı doğru kıvrılırken, adamın onu izlediğini fark etti. "Canavarı sen yaratmadın ..." cümlenin devamında onun adını söylemek istemiş fakat sözcükler yeniden karışmıştı. Düşüncelerini zincirleyen bu tılsımdan nefret ediyordu, adamın ismini bir türlü söyleyemiyor hatt
Elzem Akay'ın sıradan ama güzel bir hayatı vardı. En iyi okullarda okumuş, en güzel oyuncaklara ve kıyafetlere sahip olmuştu. En değerli mücevherler daima onun boynunu süslemiştir. Lüks içinde yaşarken hayatta istediği her şeye kolayca sahip olmuştu. Üzerine titreyen iki abisi, onu hep güldüren kız kardeşi, iyi bir yengesi ve onu sürekli çıldırtan bir hizmetçisi varken hayat ona karşı fazlasıyla cömertti.
Tüm bunları ne bozabilirdi ki?
Bir gece korkunç bir ritüele kurban edildiğinde gözlerini bambaşka bir dünyada açar. Orta Çağın hiyerarşisinin içinde kalmışken eve dönmek hiç kolay değildi. Kendi dünyasında bir öğretmenken Ölümsüzlerin akademisinde bir hizmetçi olunca, sınıf farkının acımasız gerçekleriyle yüzleşir. Burası onun dünyası değildi, burası barbarların hüküm sürdüğü Araftı ve o, hayatta kalmak istiyorsa lüks alışkanlıklarından ödün vermeyi öğrenmeliydi.
***
"Medeniyet yoksunu, vahşi barbar!" diye ona sesimi yükselttiğimde çatılan kaşları umurumda bile değildi. Tüm gün kuyudan su çeken o değildi.
"Şu sivri dilin bir gün başına bela olacak." Sert bakışlarla beni uyardıktan sonra merdiveni işaret etti. "Kahyadan fırça yemek istemiyorsan işinin başına dön."
"O kadın bir cadı." Ondan bahsederken bile tiksintiyle yüzümü buruşturdum. "Bence benden nefret ediyor."
"Hayret." Kaşları alayla yukarı kalktı. "Oysaki çok sevilesi bir kadınsın." İğneleyici sesiyle ters ters ona baktım. "Sizde öyle Savcı Bey," dedim oyunbaz bir ifadeyle. "Sizi görenlerin yüzünde güller açıyor."
"Bunu inanarak söylemiyorsun."
"Tabii ki inanarak söylemiyorum."
Gülerek bana ikinci kez merdiveni işaret etti. "İşinin başına dön aksi taktirde yarın seni sınıfıma almam. Bir hizmetçiye ders verdiğim için yeterince sorun yaşıyorum."
Bu vahşiler kendi dünyamda ne kadar zengin ve asil olduğumu anlamak istemiyordu.