Onun ruhu pisliğe batmış altın toz tanesi gibi... Değerli bir elmasın ışıltısyıla aynı parlaklıkta fakat o kadar kirli ki, gözlerimi kamaştıran o ışıltı yok oluncaya kadar, sahteliği anlaşılmıyor. Anlayamamıştım. Aslında o hiç saklanmadı. Onu saklayan bendim. O herşeyiyle pisliğe batmış bir adam. Bu ilk andan beri böyleydi. O çok açıktı. Ben korkak. O çok gözükara , ben durgun bir denizdim.
Ne fark etti ki?
O yaktı, ben yandım...
O yıktı , ben yıkıldım...
Ben sevdim, onursuzca, gurursuzca...
O yok etti. Beni, sevgimi, ruhumu...
Pisliğe batan parmaklarıyla yok etti olmayan bizi... İkimizi...
İnsanın en masum olduğu dönemi çocuk olduğu zamanlardır, öyle değil mi?
Doğru. Fakat eksik.
İnsanın en acımasız olduğu dönem de çocuk olduğu zamanlardır.
Kimi çocuk sevgiyle arkadaş edinir, oyunlar kurardı. Kimisi ise tek bir korku salmasıyla etrafına toplardı kendi tebaasını.
Ben ve benim gibi çocukların sevgi cumhuriyetine karşı, zorbaların korku imparatorluğuydu aslında durum kısaca.
Diyelim ki bir zamanlar çocuktuk. Biz de, onlar da. Lisede de mi çocuktuk? Türlü türlü oyunlar kurarken de mi çocuktuk? İnsanların hayatlarında unutamayacağı anılar bırakırken, hafızalarından kazıyarak silmek istemelerine rağmen bunu başaramıyor oluşlarının sorumlusu olurken de mi çocuktuk? Tuvalete kilitlerken, okulun önünde alay konusu ederken, yapmadıkları şeylerle suçlarken ve hatta manipüle ederek kendilerinden bile şüphe etmelerini sağlarken de mi çocuktuk?
Değildik. Ne biz ne de onlar. Bunu inkar edecek insanın vicdanı sorgulanmazdı zaten.