Bazen mutluluk, bir kibritin karanlıkta yanıp sönüşüne kadardır. Veya bir çocuğun yediği çikolatanın bitişine kadar... Mutlu olunabilir... Ama bir sonunun olması şartıyla... Mutlu son diye bir şey yoktur aslında. Mutluluğun sonu vardır. Güzel anların aldığı derin darbeler var mesela... Derin yaralar... Yaralardan oluk oluk kan akarken mutluluk kana bulanır. Kırmızının tutkusu ciddi bir hüzne ev sahipliği yapar. Kadehler kırılır... Ve mutluluk yanan bir kibritin alevinin gölgesinde yavaş yavaş yok olur. Geriye kalan bir tek siyaha bulanan kibrit çöpü olur... Ve mutluluk biten bir çikolatanın kalıntılarıyla erir. Ardından birtek hüzün gelir... Benim kibritim babamın kollarından ayrıldığım andan itibaren sönmüştü. Hayatım karanlığa ev sahipliği yapmıştı. Ve ben sınırı olmayan bu zifiri karanlıkta bir kör misali adını dahi bilmediğim abimi arıyordum. *** "Ben mi geciktim, yoksa sen mi erken vazgeçtin?" Nedensizce hızlanan kalbimin gümbürtüsüne kulaklarımı tıkayıp balkonda dikilen Pusat'a döndüm. Şu an karşı karşıya olan balkonlarda karşı karşıya duruyorduk. Tekrar bir adım atıp korkuluğa yaslandım. Kafamı önüme eğip, "Gelmeyeceksin sandım," dedim önüme düşen saçlarımın kulaklarımın arkasına sıkıştırarak. "Kimseyi yarı yolda bırakmam ben. Biri yardım etmem için elini uzatmışsa o eli tutarım. Hemde sımsıkı..." Gözlerim çenesindeki gamzeye kaydı. O belirgin çukura çekiliyormuş gibi hissetmek yabancı bir histi benim için. Bakışlarımı gözlerine yöneltip direk konuya daldım. "Ne bilmek istiyorsun?" Dirseklerini korkuluğa dayayıp öne doğru eğildi. "Hiçbir şey..." dedi kaşlarını kaldırarak. Gözlerimi kırpıştırdım. "Anlamadım... bugün sen dedin ya, her şeyi bilmek istiyorum diye." "Hiçbir şey anlatmak zorunda değilsin," dedi kafasını iki yana sallayarak.