Papatyalar, ruh avcıları, aristokratlar ve gümüş renkleri arasındaki bağlantıları hiç düşündünüz mü? Hepsi adına birer başlığım olabilirdi ama şimdi konumuz "İnsan olmak", en azından şimdilik. Hiç rüyamda bir insan öldürmedim, bırak öldürmeyi rüyamda bile canını yakmak istemedim kimsenin, hayatım boyu kimseye kin tutmadım. İntikam senaryoları kurmadım ve kuranları hiç anlayamadım. Kimseyi bilerek kırmadım ve çıkar peşinde koşmadım. Sevmediğim şeye seviyorum demedim hiç, seviyorsam seviyorumdur. Neredeyse her şeyi severim ama bazı şeyleri, onları her şeyden çok severim, hakkını vererek dediklerinden, sahip çıkarım yani sevdiğim her ne ise, benim benden olan bir parçam haline gelir. Bir şeyi 13 senedir seviyorum mesela, o ayrı bir konu, o aşk bu yazının bir parçası olabilir ama anlatmaya birkaç yüz kelime seçmem işlemem ve dokumam gerekir. Papatyaların gelişigüzelliğini kırılganlığını ve güzelliğini çok seviyorum, bir papatya sürüsünün içinde olmak ve onların boşluğuna uzanmak isterdim, hayatın güzel sahneleri, bir köy evi mesela, bir köy evi çiziyorum beynimde. Taştan duvar ve çok basit bir mimari, yanında kocaman bir ağaç, ağacın dalları biraz düzenli olmalı, tırmanabilmeliyim ve alabildiğine uzun yeşil çimen içi papatya dolu. Papatya bu resmin bir parçası ama asla bütünü değil. Ruh avcıları, hani şu "Kalbimin keskin çığlığının soğuk avlusunda uzanmış yatan bir yeni doğmuş gök yüzüsün" gibi cümleler kurup edebiyatı yoran kesim. Ruh katilleri. Avlanmadım zira giyim tarzım olduğu kadar mantığım da bazı şeylerin sadeliğinden ve basitliğinden yana. Yapma ama, edebiyatı patlatmak için gelmedik, anlaşılmak ve anlaşılmazlığı yalnızca bazı yerlere serpiştirmek ve bunu yaparak tat vermek için geldik! Güçlü kalem, güçlü karakter demek için can atan bu kesim kendisinin sadece bir gösteriş tutkunuAll Rights Reserved
1 part