"Sıla." Hemen döndüm, bir söz bekliyordum, içimde filizlenen bu umut ağacının göklere yükselmesini sağlayacak tek bir söz.
"Özür dilerim." İçime çöken bu ağır söze anlam veremedim. Neydi bu şimdi? Neyin özrünü dillendiriyordu. Dilimden şaşkınca savrulan tek kelime oldu.
"Ne?" Bu kelimenin ardından elleri omuzlarıma yerleşti ve dudaklarıma erişen dudaklarıyla ağaçlara gizlenen kuşlar havalandı. Gözlerim istemsizce kapandı ve bedenimden etrafa saçılan kıvılcımlar bizi çevreledi. Nefes almıyordu, nefes almıyordum. Onunda gözlerinin kapalı olduğunu kalbimizin iç içe geçişinden hissedebiliyordum. Bana kalbini sunuyordu, ona doğru kalbim yol alıyordu. Hafifçe geri çekildiğinde dudakları hâlâ dudaklarım üzerindeydi, birkaç yumuşak öpücükten sonra nefes aldı.
"Yaşıyorum."
Kader baştan nasıl yazıldıysa öyle gidermiş. Asiye de bunu hayatının son iki yılında gayet iyi anladı. Beyaz gelinliğine sevdiği adamın kanı bulaştığında, hayalleri de sevdiği adamla toprak olmuştu.
Kader yine pes etmedi. Toprak olan hayalleri ya da her gün gözyaşıyla eriyen Asiye'ye son oyununu da oynadı. Onu öylesine çetin bir sınavın içine bıraktı ki... Her gün cehennem ateşinde yanmak gibi bir şeydi bu.
Baran, kardeşi gibi gördüğü adamın sevdiği kadını kendine eş diye almaya zorlandığında hayatının bir çıkmaza gireceğini anlamıştı. Lakin kalbine düşen başka bir sevda ateşi bu çıkmazı daha çetin bir hale getirip, ailesini, yeni karısını ve memleketini terk etmesine sebep olacaktı. Sevdası için kendinden vazgeçecekti.
Her şey bitti dediği anda aslında her şeyin daha yeni başlıyor olacağını göreceklerdi. Bir yanda yaralı bir adam... Diğer yanda ise kaderini kabullenmiş, son nefesini bekleyen bir kadın. Ve beklenmedik bir misafir...
Adam ve kadın için büyük bir imtihan zamanıydı. Ya birbirlerini yok edeceklerdi ya da birbirlerinin varlıklarından güç alarak yaşayacaklardı. Sınavları çetin, sevgi ise fazlasıyla zor ve uzaktı.