Garip duygular sardı benliğimi, 3

630 100 228
                                    

Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında.
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki.
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar.
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı.
Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken.

-Gidersen yıkılır bu kent, Ahmet Telli

Yoğun toprak kokusu ara caddelerde hakimken, iş yerimin kapısını hafifçe araladım. İçerinin kasvetli ve yorgun halini atıp götürecek temiz toprak kokusu sindi, yıkık odanın her bir köşesine. İçerde çalan o keman sesi oldukça hakimdi küçük odaya. Püsküllü, dantelli parçayı ellerim arasına aldım ve dikim makinesinin iğne kısmına yerleştirdim.

Beyaz, sert ipi ucuna taktım ve ayağımla dikiş makinasının alt kısmına basmaya başladım. Bu ritim içeriye hakim olurken, her vuruşunda kayboluyordum. Yaralı ve iğne batımlarıyla dolu parmaklarım, baskı uygularken acıyordu ama belli edemiyordum. Çünkü kendimden başka kimsem yoktu. Dert yanabileceğim, canım acıyor diyebileceğim hiç kimse yoktu.

Bazen kendimi bu işe öyle kaptırıyordum ki, ellerim kanadığında ve renkli kumaşlara az bile olsa değdiğinde anlıyordum. Yaralarım vardı, canımı yakan derin yaralara ev sahipliği yapıyordu yüreğim. Uzun boylu oluşum, keskin gözlerimin var oluşu, siyah ve ensemden dökülen yumuşak saçlarımla dahi görünmez bir adamdı terzi. Yaralı ellerim; kirli ve eski kıyafetlerimle birlikte karanlık sokağın, en köşesinde saklanıyordu adeta.

Küçük sığınağım, geçim kaynağım olan bu ufak alan, bana adeta yaşam oluyordu. Yağmurdan sonra çıkan güneş, yemek arayan hayvanların uğultulu sesleri... Dikim işini bitirdiğimde yerimden yavaşça kalktım ve askılıkların oraya ilerleyip, beyaz elbiseyi nazikçe, zarar vermeden yerleştirdim ağaç parçanın üzerine. Bu bez parçaları, benim için kendimden daha değerliydi.

Gözlerim kapıya doğru döndüğünde, tir tir titreyen köpeği gördüm. Elbisenin üzerindeki gereksiz bezleri, ip parçalarını kesip aldıktan sonra tahta çekmeceye doğru ilerledim. Onlar için her zaman bir lokma dahi olsa ekmeğim vardı. Kuru ekmeği ikiye bölüp, sürahiden aldığım bir bardak suyla ıslattım. Kapıya doğru ilerlerken, basamaklardan birine diz çöktüm ve ekmeği parçalayıp, kenara, kimsenin basamayacağı, sadece aç olan hayvanların gelip yiyecebileceği bir yere ufaladım.

Yavaş yavaş bunu gören köpekler başıma toplandığında, acıyan ellerimi köpeğin başına getirdim ve yavaşça okşamaya başladım. Yıllar önce, askerlikten döndükten sonra, gittiğim şen şakran evime döndüğümde, ölümle karşılaştıktan sonra, işte bu köpekten bir farkım olmamıştı aylarca. Kuru ekmeği bile olmayan, zar zor geçinen bir adamdım. Sonra, yavaş yavaş toparladığımda asla ama asla nasıl bu hale geldiğimi unutmuyordum

Hala fakir gözükebilirdim ama eskiden bundan daha beter halde oluşum aklıma geldikçe, bu halime şükürler ediyordum. İçeri geçip, kapımı kapatacağım vakit, kapının arasına baston girdiğinde durdum. Gözlerim, heyecanlı bir çocuğun hali gibi, yavaşça yukarı doğru ulaştığında, doktoru görmek beni derin bir kuyuya atmıştı. Sanki, sanki ne zaman nefes almak istesem dibimde bitecekmişcesine; dağlarda, renkli çiçeklerin arasında koşup eğleniyormuş gibi hissediyordu.

"Merhaba," sesini duyduğumdaki o garip his, boğazımdan aşağı süzüldüğünde yutkundum. Garip duygular sarmıştı benliğimi, anlam veremediğim hislerdi bunlar. Doktorun dudaklarının kıvrılışı, içeri kadar sinen ve toprak kokusunu bastıran manolya kokusu... "Merhaba," sesim zar zor çıkmıştı dudaklarım arasından. Sanki bıçakla kesip, aralamışlardı ağzımı. Ne gariptir ki, onu her gördüğümde yüreğimdeki yaraların fokur fokur kaynayıp, kapanmak için çabalamasından asla haberi yoktu, olmayacaktı.

Manolya ✓Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin