Hediye

475 47 104
                                    

Altay Dağları'nın burun kızartıcı güzelliğinin üstünde doğduğumda daha ilk kar tanesi düşmemişti bile toprağa, bozkırın sert havası bile incitmek istemez gibi şiddetli esmiyordu otağıma, belki kulağa fazla aciz geliyor ama Ak Ana bile sarıp koynuna almak ister gibi bereketli topraklara göç ettiriyordu beni. Tabii, o zamanlar ne olanların ne de olacakların farkındayım. Tek görebildiğim güzel, hokka burunlu, minyon ve örgülü bir kız.

Sonrasında zaman hızla akıyor, ben gene kendimde değilim. O güzel kızla sürekli konuşuyorum, hatta inanmazsınız ama, saçlarını örmeme izin verdi.

İnce ama gür saçları Od Ana'nın elediği yünler gibi etrafa saçılırken, gözleri ilk olarak ufka gidiyor, Mergen Han'ın parıltılarını görüyorum gözlerinde, o zamana kadar hiç Tanrı görmesem de, onun gözlerinde gördüğüm şeyin Zeka Tanrısı Mergen Han'ın cömertçe dağıttığı parıltılardan olduğuna eminim.

Utanarak ellerini dizlerinde bağdaştırıyor, sanki Tengri sırf onun utançtan kızaran yüzü belli olmasın diye güneşi indirip kızıla boyuyor gündüzü.

Biraz daha inceliyorum onu ama babam gibi düşmanca değil, daha çok Tayga Ormanlarının üstünden uçan kuşlar gibi. Yer yer sürüden ayrılıp yabanıl Tayga Ormanlarına giren kuşlar gibi ona kendimi bırakmak, Ak Ana'nın kutsal sularına gagalarını sokan kuşlar gibi onun soğuktan kızarmış dudaklarına kendiminkini bastırmak; kimsenin, hatta kendimin bile nerede olduğumu bulamadığı zamanlarda kafamı onun göğsüne yaslayıp uyuyakalmak istiyorum.

Ama cazip olduğu kadar imkânsız olan bu düşlerin gerçekleşmeyeceğinin farkındayım.

Biraz daha zaman geçiyor, bu sefer o kadar toz pembe değil ama durduğumuz nokta. Bu sefer üstümüzü kefen gibi örten Çinlilerin kıyafetleri, bileklerimizde o zamana kadar yabancı olduğumuz zincirler var. Artık bozkırda değiliz. Artık kanımızı Altay topraklarından silmeyi kendilerine görev seçmiş Çinlilerin evindeyiz; savaşçıların acımasız Tanrısı Güneş gibi bileklerimizi kızıla boyayan, nefes aldırtmayı bile çok gören zincirler içinde.

Ama bu zincirlerin en kötü yanı kor ateş gibi esip yün battaniye gibi sarmaları değil, bu zincirlerin en kötü yanı aynı muameleyi sevdiceğime de göstermeleri. Ben daha sevdiceğimin pamuk ellerine zarar vereceğim diye dokunamaz, bozkır yeşili gözlerini kapatmamak için utanarak kıvrılan kirpiklerine hayran olmadan uzun süre bakamaz, onun güzel sesi kulaklarımda dans ederken kızarmadan duramaz iken Çinliler: onun yüzünü renklerin en çirkini olan kan siyahına boyamakta azıcık olsun şüpheye düşmüyor.

Günler gelip geçerken tek izleyebildiğim o ama o kadar uzaktan, o kadar temassız ve acı dolu ki...

Güneş kadar itibarı olmasa da şanlı Ay tiksinirmiş gibi Çin'in üstüne çökerken herkes yataklarına giriyor, hiç kimse dışarısının soğuk avazıyla banyo yapacak havada değil.

Odada yalnız kalıyorum günler sonunda onunla, gerçi pek bir şey değişmiyor, bu kadar yarayla ayağa kalkamayacağım gibi o da hareket edemiyor.

Verimsiz ovalar göç ettiğimizde yaptığım gibi gözlerimi açıp kapatıyor; kendi topraklarımda nasıl azınlık düştüğümü, nasıl onun bu kadar acı çekmesine ses çıkartamadan yaşayabildiğimi, nasıl o şanlı bozkırdan Çin topraklarına gidebildiğimi düşünüyorum.

En sonda, acısa da, şişkin gözlerimi ona çeviriyorum. Mahcup bir ifadeyle Ay ışığı altında bozkır çiçekleri gibi parlayan yüzüne bakıyor, ara sıra görmeye alışık olduğum yarasız ve mutlu yüzün yokluğuyla dolan gözlerimi kapatıp açıyorum. Gözlerimi kapatıp açtığımda acım dinmese, gerçekler değişmese bile daha iyi hissediyor; en başından beri idrak edemediğim bu yabancı hüzne bir kılıf uydurmaya çalışmadan vatansızlık acısı diyebiliyorum. Dilimi ısırmama, kabus görmeme, daha da kötü hissetmeme neden olması gereken bu gerçeklik; onun göz kapaklarını narince açıp kapatması, evim olan yeşil bozkırın en güzel tonunu görmemle beraber hafifleyip uzun süredir demircide dövülen demir sopanın külleri gibi havaya karışıyor.

ruhum bozkırda, göktengri'nin yanında.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin