Parmakları piyanonun tuşları üzerinde dolaşırken kulaklarını dolduran her ses kalbinin atışı ile birleşiyordu. İçinden taşanları notalara döküyor, kağıtları karalıyordu. 5-6 yıl kadar olmuştu evinden ve her şeyden ayrıldığı. Anılardan kaçmak için çıkmıştı bu yola eğitimini bahane ederek. Ama kaçabilir miydi ki anılardan? Piyanosunun başından kalktı ve önünde duran kağıtları özenle siyah dosyasına yerleştirdi. Dosyayı piyano üzerine, her zamanki yerine, bıraktıktan sonra ise banyoya ilerledi. Konseri olduğu günler en streslileri olurdu onun için her zaman. Sorun piyano çalmak değildi, o içinden taşanları sığdırırdı bestelerine. Hiç stres duymamıştı bestelerini çalarken daha önce. Bu sadece öyle bir histi ki insanların onun acılarını dinleyecek olduğu gerçeği canını sıkıyordu. İpek sabahlığının kuşağını çözdükten sonra yumuşak kumaşın teninden kaymasına izin verdi. Küvetine dolmakta olan sıcak suyu sabırsızlık ile izliyordu. Sabahtan beri dudaklarına takılmış tatlı melodi ile omuzları gevşeyerek aşağı düştü. Aralık banyo kapısından içeri sızan esintiler çıplak vücudunun titremesine yol açıyordu. Yavaşça küvete girerken sıcaklığın tüm bedenini ele geçirmesine izin verdi. Isı geçişi ile önce karıncalanan vücudu bir süre sonra bu rahatlatıcı sıcaklığa kendini salıvermişti. Küvetin kenarındaki mermerde duran müzik çalarını açtıktan sonra klasiklerin ruhuna işlemesine izin verdi. Vücudunu biraz daha suya gömerken yıllardır ne kadar unutmak istese de başaramadığı anıları beynini ele geçirmişti tekrar.
Tüm anıları tek bir noktada birleşiyordu, tüm besteleri tek bir insan uğruna yazılmıştı. İlişkilerinin en güzel döneminde aniden ölüm haberini aldığı, kalbinin tek sahibi, tatlı gençlik aşkı Ashton Irwin; cenaze gününden beri kafasını meşgul eden tek şeydi. Mabel, güzel yüzlü sevgilisinin ardından bestelere dökmüştü matemini. Yasından siyahlara bürünmüştü ruhu, bir daha gülümsememek üzere mühürlenmişti dudakları birbirine. Onun kahkahasının olmadığı bir dünyada artık duymak istediği tek şey piyanosundan yükselen buruk notalardı.
Ashton, Tanrı'nın ona bahşettiği en büyük güzelliklerdendi. Mutlu bir aileden gelmiyorduysanız ve sizi gülümsetebilecek bir yaşamınız olmadıysa, tek varlığınız evin bir köşesinde tozlanan eski bir enstrümansa gülüşü cennetler vaat eden genç bir adama tüm benliğinizi adayabiliyordunuz. Mabel, o zamana dek görmediği sevgi kavramını Ashton'dan öğrenmişti. Hissetmeyi, sevmeyi, dokunmayı, öpmeyi; her şeyi. Üç yıllarını vermişlerdi birbirlerine; birlikte geçirdikleri anlar bile yetmez olmuştu onlara. Sonsuzluğa uzanan sözleri vardı. Ve bir gün ansızın her şey son bulmuştu. Beraber kurdukları o düzen Mabel'ın başına yıkıldığında henüz on sekizindeydi. Piyanosunun başında tatlı melodiler çalıyordu, annesi odaya girip ona Ashton'ın cenazesinin haberini verdiğinde. Genç kız neye uğradığını şaşırmıştı bu zamansız olay karşısında. Ağlasa bir başka, bu trajikomik durumlarına gülse bir başka. Şaşkınlıkla oturmuştu yerinde haftalarca. Ne ölümünü ne cenazesini ne de kasaba mezarlığında ona ait olan mezarı kabullenebilmişti. Onun o güzel yüzüne örtülen ölüm gibi karanlık kumaşı yakıştıramamıştı.
Yazın sonunda üniversite bahanesiyle kasabayı terketmiş artık gerçek anlamıyla tek varlığı piyanosu olmuştu. Bir daha tatlı melodilere ev sahipliği yapamayan eski enstrümana adamıştı kendini. İçinden taşan anıları ona anlatmıştı, tüm hatlarıyla aklına kazınmış o güzel yüze besteler yapmıştı. Yirmi beşine geldiğinde, o bile burada ne aradığını bilmiyordu. İnsanlar, onun acılarını dinlemek için para verir olmuşlardı. Önce ayda yılda bir küçük salonlarda olan konserleri, sık sık olmak üzere bilindik salonlara taşınmıştı. Tüm reklam panolarında görür olmuştu sonra ismini.
Mabel Weddleton, piyanoya hayat veren genç kadın.
Ama onun gözü ne şöhretteydi, ne para da. Piyanoya ihtiyacı vardı, matemini yaşamaya ihtiyacı vardı. Ondan erken alınmış sevgilisini yaşatmaya ihtiyacı vardı bestelerinde.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Remedy + a.i
Fanfictionanıların bir çaresi yok, yüzün bir melodi gibi; kafamın içinde çalıp duruyor.