Mayısın çok başında, henüz kıştan kalma esintiler kafamızdaydı ve yaz ipinin ucunu uzatmış durumdayken ailem fena bir sırrımı öğrendi. Öylesine fena, öylesine bela bir sır ki kapının önüne konulmama sebebiyet verdi. Komşunun oğlu boynuma dünya haritasını çıkarırken annemin market poşetleriyle içeriye dalması iyi olmamıştı. Sonra ikimizin de patates saldırısına uğramış olmamız ise kaçınılmazdı. Akşam olunca da babam eve gelmesin mi, canım çıkana dek beni pataklayıp anneme, "Sen bunu yetiştirememişsin." demesin mi... Hâliyle kıçıma yediğim okkalı bir tekmeyle reddedilmiş ve kapı önüne konulmuştum. Yaklaşık iki saat otuz beş dakika boyunca oturup ağladıktan sonra, her şeye rağmen çıkıp arar ve dönmem için yalvarırlar diye ummuştum fakat nafileydi, ayaklanarak popomu silkeledim. "Varsın anam babam olmasın," dedim.
"Penis seviyoruz diye insanlıktan mı çıktık sanki?"
Ben on dokuz yaşındayım, ben şu veya buyum diye böbürlenerek özünde hiçbir şeyim olmadan sokakta adımlamaya koyuldum. Zaten asla buraya ait olmamıştım, asla kendim gibi hissedememiştim. Ne bir sevgi ne de gurur belirtisi görebilmiştim. En çok ihtiyacım olduğunda yine en büyük darbeyi ailemden yerdim. Yok olma seçeneğim olmadığından hep kaçmak istemiştim. Sevmiyorsanız sevmeyin, dedim. Kalıbınıza sığacak adam değilsem kalıbınıza tüküreyim. Ölürsem kül vazoma Lady Gaga fotoğrafı yapıştırsınlar. Yakılmak yerine gömülürsem toprağıma rengârenk bir bayrak dikiversinler. Vasiyetimde babamı gay bara götürmezseniz hortlarım diye de altını çizecektim. Başkalarının benliğine duyulan bu hadsiz nefretten nefret ediyordum. Her neyse, sövmeden edemedim ama durmaya da niyetlenemediğimden tren istasyonuna gidip cebimdeki tek ve son parayla bir bilet aldım. Sığınabileceğim tek yere, benim gibi ötekileştirilip köşeye atılmış birinin kapısına dayanmak üzere kendimi pas kokulu koltuklara saldım gitti.
🌻
Güney Amerika'nın bilmediğim bir yerinde inip otostop çekerek, kan ve ter döke döke gelmek istediğim yere ulaştım. Ensemden akıp sırtımı huylandıran ter damlaları güneşin kafamın üzerinde olduğunu kanıtlıyordu. Girişindeki yamuk tabelada yazan El Dorado yazısına göz ucuyla bakıp taptaze çimenlerle döşeli yokuşu çıktığımda sonunda karşımdaydı: Karavana benzeyen bir sürü kabinlerle kuşanmış, kırsalın orta yerinde kendi içinde kasabalaşmış bu yer, terk edilmişlerin kurduğu kayıp bir sığınak gibiydi. Haritada tek bir izi bile olmayan bu yer, kasabanın biraz ötesinde ve güzel bir göletin az gerisindeydi. Duyduğuma göre birkaç yüz metre doğusunda da terk edilmiş bir otel vardı.
Güç bela yokuşu inmeyi başardığımda biraz kenardaki sarı bir meyve kasasının üzerine akbaba gibi kurulmuş esmer bir çocuk vardı. Elindeki hanımelini dudaklarının arasına götürüp getiriyordu, tıpkı bir çeşit sigara metaforu yapar gibi. Gözleri tamamen bana dikiliydi ve dik dik bakmaktan utanıyormuş gibi bir hâli de yoktu. Yanından geçip gidecekken aniden ayaklanıp korkmama sebep oldu. "Birine mi bakmıştın?" Garip sorusunun üzerine bir müddet ne diyeceğimi bilemedim. "Bir yakınımı ziyarete geldim." diye kestirip atsam da beni bırakmaya niyetli değildi. Az önce ürkütücü bulduğum suratını kaplayan ani tebessüm ile elini uzatıp, "Ben Jongin ama Kai de derler. Seni aradığın kişiye götürebilirim." dedi. Anlık bir tereddütten sonra elini sıkıp teşekkür ettim. "Baekhyun ben de."
Görmem gereken kişi Mari Teyze'ydi. Kendisi de tıpkı benim gibi, yıllar önce yanlış bir aşk davasına düştüğünden ailemiz tarafından reddedilmiş, mevzu büyüyünce de annemin anlattığına göre aşık olduğu adamla Tanrı'nın bile haberdar olmadığı bir yere kaçmıştı. Tam olarak nerede olduğunu eski bir arkadaşından yanlışlıkla öğrenmiştim. Beni kabul eder miydi, bırak kabul etmeyi yaşıyor muydu hiç bilmiyordum ama tek umudum kendisiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
yalnız ölü balıklar akıntıyı takip eder | chanbaek
Fanfiction"Ona göre bizler balıkmışız, yalnız ölü balıklarmışız. Akıntıya kapıldığımız için kendi amacımız veya sonumuz yokmuş. Ben artık canlanmak istiyorum çocuklar. Bu akıntının tersine yüzmek istiyorum." @chanbaekfest için yazılmıştır.