Bazı devletler, korkunç krizler geçirirler veya tamamen mahvolup giderler. Diğer bazıları ise, hayatlarını filozofça bir güzellik içerisinde düzene koyarak yaşayıp giderler. Bunlar sadece başkanların, başbakanların, bakanların ve milletvekillerinin değil, aynı zamanda milletin her bir ferdinin de üzerine eğilip ilgilenmesi gereken önemli meselelerdir. İster beyin gücüyle, isterse bilek gücüyle çalışsınlar; şehirli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, yönetici-yönetiler, genç-ihtiyar, kadın-erkek herkes bu sorunlar üzerinde düşünerek çözüme katkı sağlamalıdır. Devletlerin kuvvetliliği veya zayıflığı, milletlerin yükselmesi ya da gerileyip çökmesi, sadece yöneticilerin kusurundan yani ehliyetsizliğinden, güçsüzlüğünden veyahut da beceriksizliğinden ileri gelmez. Yönetenler ister iyi, ister kötü, isterse kahraman ya da zalim olsunlar, onlar kendi toplumlarının birer aynasıdırlar ve milletin bütününü yansıtırlar. Bunları halkın bizzat içerisinden çıkmış olup, milli ruhun birer kopyasıdırlar. Milletin büyük çoğunluğu ne halde ise, yöentenler de aynen onların bulunduğu hal üzeredir. İşte bundan dolayıdır ki eskiden beri; "Her millet layık olduğu şekilde idare edilir" sözü söylenegelmiştir. Bu söz bizi, "Aynı çarkın dişlileri arasından, farklı ürünlerin çıkamayacağı" gerçeğine götürmektedir. Çarkın işleyişi iyi ve muntazamsa çıkarttığı ürünler de kaliteli olacaktır, ilk üründen son ürüne kadar. Aksi durumda baş da, ayak da kötü çıkacaktır. Eskiden beri tartışagelen felsefi ve tarihi bir mesele üzerinde biraz duralım. Bu da: Milletlerin tarihini kim ya da kimler oluşturur? Devletin, devletlerin ve tüm insanlığın hayatındaki en büyük olayları kimler yönetir? Ayrı ayrı fertler tarafından, yani büyük İngiliz düşünürü Carlyl'ın dediği gibi kahramanlar tarafından mı yönetilir? Yoksa bu yönetim, milletin bütün fertlerinin gayreti sayesinde mi gerçekleşir? Carlyl birinci şıkkı savunarak bunu istap etmiştir. Lev Tolstoy ise ikinci şıkkı savunmuştur. Carlyl, " Kahramanlar ve Tarihte Kahramanlıklar" adlı eserinde, kahramanların takip ettiği yolu ve kahramanlık kültürünü açıklayıp anlatıyor. Ona göre; millet, cansız bir kil tabakası gibidir. Eğer usta bir sanatkarın eline geçmezse iyi bir şekilde almayacak, belki de bütünüyle hareketsiz, hantal kalacaktır. Fakat Hz. İsa, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed gibi insanlığa kılavuz olarak gönderilen peygamberler veya Gazzali, Sokrat, Napolyon gibi düşünür ya da kumandanlar çıkıp bu kili ellerine alacak olurlarsa, ona istenilen güzel şekli verebilirler. Nitekin anılan o büyük sanatkarlar yaşadıkları toplumlara, hatta tüm insanlığa, izleri tarih boyunca devam edegelen güzel şekiller vermişlerdir. Cengiz Han, Çin'i, Hindistan'ı, İran'ı ve eski Rusya'yı idaresi altına alarak, Asya'nın tepelerindeki milyonlarca insanı aynı imparatorluk çatısı altında toplamayı başarmıştır. Yine, Piri Rus, Barbaros Hayrettin Paşa gib ünlü denizciler akdeniz'i Türk Gölü haline getirmeyi başarmışlardır. Yine Martin Luther, insanlar tarafından sürekli değiştirilerek iyice yozlaştırılan Hıristiyanlık dininde reform yapmıştır. Bu yapıcı önderlerin yanında yıkıcılar da olmuştur; Neron'lar, Kaligula'lar eski Roma'yı batırdığı gibi, Bismark'ların ve Hohenzoller'lerin uyguladıkları yanlış politikalar sonucunda ise Almanya korkunç sarsıntılar geçirmiştir. Kısacası Carlyl'a göre, milletlerin ve bütün insanlığın tarihini manen kuvvetli, zeki ve kabiliyetli kişiler yönlendirmektedir. Bunların hepsi birer kahramandır. Lev Tolstoy ise, Carlyl'ın aksine: "Hayatı oluşturan, olayların yönünü çizen tek başına kişiler olmayıp bizzat halktır" der. Diğer taraftan, Thomas Carlyl da diyor ki: "Halk kitlesi, yerde yatarak çürümeye yüz tutmuş saman yığını gibidir. Büyük insanlar, kahramanlar ise gökten düşerek, zaman yığınlarını tutuşturan, halk kitlelerini canlandıran ve harekete geçiren bir şimşek gibidir." Yine Lev Tolstoy, bir başka tasvirinde de diyor ki: "Hayalinize, denizde hareket halinde çok büyük bir gemi getirin. Yüzme esnasında, sular geminin önünde bir şerit halinde yarılıyor. Bu koskoca gemiyi önünde bir şeridi olduğunu iddia edebilir miyiz? Apaçık ortadadır ki, bu su akımını oluşturan olgu, bizzat o gemidir. Ortaya çıkardığı akımı kendi önünde kovalıyor. Öyle ise kuvvet, asıl geminin kendisindedir. Akan sular, ancak bunun neticesidir." Tolstoy: " Bir millette hareket gücü ortaya çıktığında, o millet kendiliğinden yürüyor. Yine kendi hayatını kendi isteklerini ifade eden bir kimseyi de, kendi arasından kılavuz olarak seçiyor" diyor. " Harp ve Sulh" romanının yazarı olan Lev Tolstoy, eğer Thomas Carlyl'ın kahraman-şimşek karşılaştırmsını kabul etmiş olsaydı herhalde şöyle derdi: " Evet, büyük insanların her biri birer kahramandır; birer şimşektir. Ancak, halk kitlesi ne kil tabakası, ne de zaman yığınıdır. O şimşeği meydana getiren milletin ta kendisidir. Ne zaman ne zaman bir bulut veya bulutlar, elektrikle doymuş hale gelirse; şimşek kendiliğinden ortaya çıkar. Eğer bulutta elektrik yoksa; hiçbir zaman şimşek meydana gelmez. Bulut, yalnızca rutubetli bir buhar halinde toplanır. Milletler de böyledir. Eğer bir millet, büyüklük ve kahramanlık elemanlarına sahipse, ondan şimşekler doğar; milletin içerisinden kahramanlar çıkar.Eğer halk kitlesi, soğuk ve rutubetli bir buhar yığınından ibaret ise; hiçbir kuvvet ondan şimşek çıkarmaya başaramaz. Bu iki teori, ilk bakışta birbirine zıt görünüyor. Bunlardan birini seçmek gerekiyor. " Carlyl mı, yoksa Tolstoy mu haklıdır? diye düşünülebilir. Ne var ki, Carlyl ile Tolstoy'un görüşleri arasındaki bu zıtlık yalnızca dış görünüştedir. Gerçekte Carlyl ile Tolstoy,nbirbirine karşı değildirler. Her ikisi birbirlerini tamamlıyorlar. Burada: "Ya Carlyl, ya Tolstoy! demek gereksizdir. Carlyl haklıdır. Tabii ki Tolstoy da haklıdır. Bunlar paranın iki yüzü gibidir. Her biri, bir gerçeğin iki yarısından birisidir. Kahraman, halkı heyecanlandırarak alevlendirir. Fakat o da milletinden aldığı ateş ve heyecanla yakar. Misal olarak bir merceği ele alalım. O, öyle bir şekilde yapılmıştır ki, belli bir alana dağılmış olab güneşin ışıklarını bir noktada toplar. Güneşin binlerce ışığının bir yere toplanmasından parlak bir nokta meydana gelir. Bu kuvvetli nokta, odun, kağıt, saman gibi şeyleri yakar; taşı, camı ve demiri ısıtır. Milleti bağrından kopan her büyük insan da tıpkı bir mercek gibidir. O, milletin dinamiklerini ve iyi vasıflarını kendi bünyesinde toplar. Bunlarla da milyonlarca insanın ruhunu tutuşturur. Fakat, hava bulutlu olur ve güneşin ışıklarından mahrum kalınırsa, o zaman, hiçbir merceğin bir kar taneciğini eritmeye veya bir su damlacığını ısıtmaya gücü yetmeyecektir. İsviçre peyniri, yalnızca yüksek dağlarda otlayan ineklerin sütünden yapılır. Çeşitli zamanlarda milletlerin içerisinden yetişen önderler de böyledir. Onlar, bir milletin henüz açmaya başlayan çiçeklerinin güzel kokularıdır. Napolyon, eski barışsever Çin'de değil, Fransa'da yetişmiştir. Mehmet Akif, Kurtuluş Savaşı'ndan çıkarak İstiklal Marşı'nın yazabilmiştir. Her zaman ve her yerde bu iş böyledir. Almanya'yı Birinci Dünya Savaşı'na sokan İkinci Wilhelm değildir. Almanların zorba ruhu, savaşçı ruhu Wilhelm'lerde Bismark'larda, Hindenburg'larda bir ifade vasıtası bulmuştur. Eski Roma'yı Neron'lar, Karakala'lar, yıkmamıştır. Herşeyde ihtiras sahibi olan İspanya, Loyola'yı; Almanya ise Krups'u yetiştirmiştir. " Her millet layık olduğu şekilde idare olunur." Evet, her millet idare mekanizmasının başına ya güçlü, ya da önemsiz, güçsüz kişileri geçirir. Bunlardan birinin iş başına gelmesi, milletin manevi seviyesine, o anki durumuna bağlıdır. Milletin bünyesinde toplanmı iyi şeyler var mı, yok mu? İyi şeyler toplanıyor mu? Milletin aklı, istekleri, vicdanı olgunlaşıyor mu, veyahut zehirlenip çürüyor mu? Aşağı, sefil bir hayat içerisinde yok olup gidiyor mu? Burada herbirimizin hayatının karakteri ve çalışma şeklimiz bahis konusu oluyor. Biz, kendi memleketimizde ne yapıyoruz? Milletimizin geleceğinde nasıl bir rol oynuyoruz? Güney denizlerinde beş-on mercan adası vardır. Mercanlar, basbayağı kireçleşmiş yığınlardır. Hayatiyetini yitirerek ölü yığınlar haline gelmişlerdir. Dolayısıyla da gelecek için bir fonksiyonları da olamaz. Küçük polipler, kendi vücutlarından bir takım salgılar çıkarırlar ki, bunların farkına bile varılmaz. Fakat, zamanla bu salgıların birikmesinden birçok adacıklar meydana gelir. Hatta öyle ki, bu adalarda insanlar bile kalabilir. Diğer taraftan, Güney ülkelerinde, birtakım küçük karıncalar yetişir ki; üredikleri yerlerdeki insanlar için gerçekten bir afet olurlar. O alanlardaki evleri ve içerisindeki mobilyaları yerler. İnsanlar, bu karıncaların ortaya çıktığı yerlerden göçmek mecburiyetinde kalırlar. Şimdi bir de kendi ülkemizin durumunu düşünelim: "Memleket içierisindeki çalışmalarımız hangi türdendir? Yapmaya mı, okda yıkmaya mı yöneliktir?" Memleketin refah ve mutluluğunun, milletin haysiyet ve şerefinin, halkın isteğine bağlı bulunduğuna parlak bir misal olmak üzere, küçük ve fakir bir ülke olan iki milyon nüfuslu Finlandiya'yı gösterebiliriz. Avrupa'nın kuzeyinde bulunan Finlandiya'nın sert bir iklimi vardır. Çoğu zmaan sisli bir havaya sahiptir. İlkbaharda da donlar devam eder. Soğuklar, Ağustos ayından itibaren kendini gösterir. Kötü bir arazi yapısı vardır. Birçok yerler çıplak granit kayalarıyla kaplıdır. Diğer yerleri ise alçak ve bataklıktır. Bu memlekette madem adına hemen hemen hiç bir şey yoktur. Çok büyük güçlüklerle ziraat yapılabilmektedir. Halkda hiçbir zmaan tam bağımsız olamamıştır. Zaman zaman bir komşusunun, zaman zaman da diğer komşusunun sömürgesi olarak yaşamıştır. Finler, kendilerine Suom, çok sevdikleri ülkelerine de Suomi derler. Bu söz, bataklık arazi anlamına gelmektedir.