Her insanın hayatından, okuldan veya işinden, sahte dostluklardan sıkıldığı anlar olur fakat benimki bambaşkaydı.
Her anım bu kapitalist düzeni sorgulamakla geçiyordu. Sabah uyanınca ilk iş perdeyi aralayıp dağları, bulutları izliyor ve kuş cıvıltılarını dinliyordum. Doğa bana karşı çok davetkardı. Doğayla bu dostluğumuz yıllar ötesine dayanıyordu. Daha okula bile gitmeyecek kadar küçükken dedem beni kuş avlarına götürüp bana bu yaşamı sevdirmeyi hatta beni doğaya aşık etmeyi başarmıştı. Hatta öyle ki bazen içinde yaşadığımız bu saçma düzeni sorguluyordum. 19 yaşında bir üniversite öğrencisinin yapacağı hiçbirşey bana çekici gelmiyordu. Ne sinemalar, ne oyun salonları, ne cafeler bana göre değildi. Diğer öğrenciler gibi bol maaşlı bir iş, kariyer hayalim yoktu. Ne kadar olduğunu bilmedigim ömrümü kapitalist düzenin bir parçası olan kağıt parçaları icin harcamak bana salakça geliyordu. Bana çekici gelen tek şey beton yığınlarının ötesinde olandı.
Günler günleri kovalıyor, babamın hesabıma yatırdıgı para bana mutluluk vermiyordu. İnsanların bir işi düşmedikçe mesaj atmadıkları cep telefonum benim için gereksiz bir nesneden başka birşey değildi. Etrafıma ne zaman baksam paradan başka bir derdi olmayan insancıklar görüyordum. Ne gerçek bir dostum nede beni anlayan bir ailem vardı. Benim için kendilerine göre bir gelecek planlayan ailem beni parayla mutlu edebileceklerine inanmışlardı.