gece yarısı, on ikiyi yirmi yedi geçe
uzandığım koltukta öylece, sakince tavanı izliyordum. okulun stresi ve biraz da bedenimin yorgunluğu, kafamda da manevi bir ağırlık vardı. fakat her bir eşyanın kırılışında bunların hepsi uyuşuyor, yalnızca kulaklarım acıyordu. bağırışlar, küfürler, hakaretler ve damlayan bir kaç göz yaşı. trajikomik bir durum olsa da, bizim evimiz, yani bu ev için alışılagelmiş bir olaydı.
dakikalar ağır ağır saatleri tamamlamıştı, yaklaşık iki saatin sonucunda sesler durulmuştu. son iki ses çınlamıştı koca evde, ard arda çarpılan iki kapı. biri dışarıya, biri de kendi odasına. sesli bir nefes vermiştim, biraz bıkkınlık biraz da sinir vardı çıkan nefesimde. sanırım artık kalkmanın vaktiydi. uyuşan kollarımı zorlukla kaldırmış, elimi yastığıma dayayarak güç almış ve ayaklanmıştım. üstümdeki favorim olan kalın siyah hoodie'min şapkasını düzeltirken, uzun koridorun başına doğru adımladım. koridorun en ucundaki cam parçaları, çerçeveler ve sandalye bacakları bana bakıyorlardı. dudaklarıma ufak bir sırıtış yerleşmişti, yinelenen bu olaylar artık beni güldürüyordu. cam parçalarına basıp basmadığıma dikkat etmeden, hemen köşedeki banyoya girdim. süpürge ile derin bir kap alıp, koridora geri döndüm. işte yeniden başlıyordum, kavga sonrası temizlik.
yarım saatin sonucunda tamamlamıştım parçaları toplamayı, fakat kalbimin parçalarını bu kez de serpmiştim koridora boylu boyunca. görünmezdi, temizlemeye gerek yoktu. onlar artık dağ olmuşlardı, temizlenemezlerdi.
süpürgeyi banyoya fırlatmamın ardından, ayaklarımdaki ufak cam parçalarını elimle toparlayıp çöpe yolladım. vücudum kendimden bağımsızdı, acıyı hissedemiyordum. ufak kanları umursamadan, sessizce annemin odasına girdim. her zamanki gibi yatağında uzanmış, ağlaya ağlaya uyumuştu. oysa ki uyurken ne kadar da huzurluydu, diyemiyordum. çünkü uyurken bile rahatsızdı, tedirgindi, hazırlıkta ve korkudaydı. tıpkı benim uyuyabildiğim bazı geceler gibi.
kıvırcık, gür, çikolata kahvesi saçlarına birer birer öpücükler bırakmamın ardından, kapısını kapataraktan terk ettim odasını. ardından da evi. saat üç buçuğa yaklaşıyordu, sokakta kimse yoktu, masumlar dışında. sinsiler de kendi inindeydi, her ân saldırabilirlerdi. ama bu her zaman olduğu gibi umrum dışıydı. artık ne olacaksa olsun kafasındaydım, ters psikoloji uyguluyordum. korkmanın aksini yaparsam eskileri yaşamam diye ümit ediyordum. ki bu kez de yanılmamıştım.
her zaman ki parkıma gelmiş, hep oturduğum arka banka kurulmuştum. hemen önümdeki banka da ayaklarımı uzatmış, elimdeki künyeyle oynuyordum. ucundaki 'y' harfini okşayıp, öpüp duruyordum. bazen de kalbime bastırıp, duygularımı canlandırmaya çalışıyordum. yanımda her zaman ki gibi mahallemizin maço köpeği vardı, beni kolluyordu. aslında pek sevmezdik birbirimizi, ama sanırım vicdandandı bu. bu benim işime gelirdi tabii, dolaylı yoldan bir silah olarak da düşünürsem bu bayâ iyiydi.
iki kademe açtığım seste her zamanki müziğimi dinliyordum, biraz dertleniyor biraz da sesimle eğleniyordum. mırıldanıyordum ezberlediğim o sözleri,
'tertemizdi sanki dünya, gözlerimi açtığım ânda.
hiç düşünmeden inandım, masal tadında yarınlara.
yalanlar ortasında kaldı tüm çocukluk anılarım,
çizgi romanların dışında bir kahraman bulamadım.
toz pembe olmasaydı keşke tüm rüyalarım,
hep sorular sordum ama cevaplarını alamadım.
hep yalan söylermiş hep yalan,
kavuşamadı hiç ayrılanlar, masallar gerçek olmadı.
âşık olduğum sokaklarda kimseler konuşmadı,
ama şehir hiç susmadı, hep ağladı hep ağladı..
son bir umut verse biri,
ve güzel olacak bir gün herşey dese;
ben inanırım belki de bu yalana,
ben de alışırım gözlerimi kapamaya.'yine son cümlede gözlerim dolmaya başlamıştı hafiften, bu kadar çaresiz olmayı neden hak ederdi ki bir insan? hatta bir çocuk, bir ergen bozuntusu. tek derdinin laylaylom olacağı yaşlarda, neden büyük sorunları olurdu? neden ölümlerle karşı karşıya kalırdı, neden bu kadar erken duygularını kaybederdi, neden sağlığını, ailesini, arkadaşlarını kaybederdi? bu kader miydi, yoksa haksız bir gaddarlık mı? çok sorular vardı, cevaplarını verecek sözler yoktu. ama her şeyde olduğu gibi, bunda da umrumda değildi bunlar. cevap aramamıştım hiç bir zaman, soru da sormamıştım zaten, belki de sorun buydu, sessizlik. biraz kendimi ciddiye alsam, belki değiştirebilirdim gibi. ya da daha boka batardım, bilinmez.
kısmen düşünürsek bu on bir yaşındaki bir kız çocuğu için oldukça tuhaf, şaşırtıcı, eh biraz da saçma. ama öyle. hayatın gerçeğiyle erken tanışmak, çocukken yaşlanmak, acınılası, biraz da büyük şans, tabii kullanabilene.
göz altlarım daha da morarmış, beyazlarım kanlanmıştı. kirpiklerim bile yanıyordu, ağlayabilsem belki çözülecekti. ya da uyuyabilsem, bilemiyordum. güneş doğmuş, tam tepedeydi. öğlen saatleriydi, kasım ayında olmamıza rağmen hava hoştu, ama benim için değildi. güneş bana çok çabuk etki ederdi, hemen başıma ağrı girerdi, ki öyle de olmuştu. iki kat ağrıyla birlikte etrafa bakınıyordum boş boş, sanırım gerçekten bitiyordum. hiç bir şey hissedemiyordum, sadece geceden beridir üşüyordum. çıkarken üstüme mont almamıştım, her zaman yaptığım gibi. üşümeye üşenmezdim asla. banktan kalkmış, ellerimi kotumun ceplerine yerleştirmiş ve adımlamaya başlamıştım. yerdeki taşları saya saya evime ilerliyordum, yüksek ihtimalle annem evde olmayacaktı, bugün on kasımdı. anneannemin ölüm yıldönümüydü. mezarlıkta olduğunu bildiğimden, rahatlıkla eve girmiştim. en azından bir kaç saat laf yemeden sakince uzanacaktım. ta ki, koridoru dönmemle gördüğüm manzaraya dek.
naif çiçeğim yatıyordu koridorun tam sonunda, bileklerinden sızan kanlarla. yüksek ihtimalle yapalı çok geçmemişti, hâlâ bilinçliydi, gözlerime bakıyordu. o gün en büyük pişmanlıklarımdan üçüncüsüyle karşı karşıya kalmıştım, keşke yanına kıvrılıp uyusaydım, kaçmak yerine.
beynim durmuş, ayaklarım zonklamaya başlamıştı. o hayattaki tek güzel şeyimdi, her şeyimdi. hızlıca yanına koşmuş, baş ucuna bırakmıştım kendimi. başını ellerim arasına alırken, dizlerime bırakmış, pantolonumun kemer çerçevesine bağladığım bandanamı çıkartarak hemen bileğine dolamıştım. sıkı sıkı tek elimle tutarken, titreyen ellerimle uzun aradan sonra ilk kez ambulansı aramıştım. ardından göz yaşlarım tane tane boynuma dek süzülürken, fısıldadım.
- özür dilerim anne, ben düşünemedim, canım annem benim, seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi? bak, buradayım. kızın hep burada güzelim, lütfen, l-lütfen sen de burada kal..
tane tane, hıçkırıklarla dökülmüştü kelimelerim. boş gözlerle bana bakıyordu annem, yavaşça diğer elini kaldırmış, yanağıma götürmüştü. oradan da sırtıma dek gelen saçlarımın uçlarına.
+ b-biriciğim benim, üzülme benim için. sen kendini kurtar buradan, h-hayatını kurtar meleğim.
zorlukla toparladığı kelimelerinin ardından, gözleri açık kalmıştı. duyduğum siren sesleriyle, beni kenara almışlar ve annemi götürmüşlerdi. yüzünü dâhi seçemediğim hemşire beni teselli ediyor, kimsemin olup olmadığını soruyordu. ama onu duyamıyordum, duyduğum tek şey beynimdeki cızırtıydı. sanırım gramlık psikolojimi de kaybediyordum, hatta, her şeyimi kaybediyordum. ya da yeni bir başlangıca sürükleniyordum, iğrencin iğrenci bir başlangıç.