Bizim buralarda batıl inanış haline gelmiş pestenkerani bir kural vardır:
'Boseong'da doğduysan Boseong'da kalırsın.'
Bu kural senelerdir böyle bilinir, böyle kabul edilir, aynen de uyulur. En önemli meselelerden bile önemlidir bu kural, eninde sonunda yürüyüp konuşabilen herhangi bir varlık 'nerelerdensin' diye sorduğunda gururla 'Boseong' diye haykırmak dünyayı kurtarmak kadar önemlidir buralarda. Kimse çıkıp da biz ne yapıyoruz diye soramaz çünkü bunu sorgulamak bile haince bir davranış kabul edilir, en azından ben, yaşadığım sancı dolu on dokuz sene on bir ay on yedi gün boyunca kimsenin bu konuda sorgulama çabası olduğunu görmemiştim.
Kendim hariç.
Ben, bütün herkesin aksine kural tanımaz, ele avuca sığmayan değişik bir çocuk olmuştum.
Babam içimde tuttuğum potansiyeli –büyük ihtimal- gördüğü için sürekli bir bebeğe, anne demeyi öğretir gibi bulduğu her fırsatta, incecik bir sesle, yaşadığımız yere değer vermemiz gerektiğini söylese de bunu ciddi ciddi takmıyordum. Hatta her gece yatmadan önce sesi titreye titreye 'Boseong anılarına' değindiği an gözlerimi odanın taa ucundaki köşeye dikip beynimi kuşun tekine vermişim de beyinsiz kalmışım gibi davranıyordum. Bu yüzden evin içinde pek eskilerin muhabbeti dönemiyordu, ilgisiz oluşumun bütün aile bireylerini etkilediği yetmiyor gibi heveslerini de kaçırıyordu. babama göreyse bu durumun sebebiyse çok açıktı, henüz Boseonglu olmanın değerini anlamış değildim. Koskoca bir saçmalık, fakat kabul edilemez derecede değil. En azından ucu bana dokunup aklımı sıkmadığı sürece ömrümün sonuna kadar burada da kalabilirdim. Bir çift kulak tıkacı ve amcamdan kalma Walkman ölene kadar rahat rahat işimi görürdü.
Fakat problem şu ki, Boseong birçok noktada bana batmaya başlamıştı.
Liseden mezun olduktan sonra günümün yarısı boş ve anlamsız bir şekilde ilerlemeye başladığından dikkatimi başka insanlara yoğunlaştırmıştım. Spesifik bir hedefim yoktu. Günümü neden burada olduğuma dair soru işaretleri içinde geçiriyordum, akabide çoğu zaman sonsuz bir döngü içine giriyor ve bunun Tanrı sorumluluğunda olduğuna inanıp pes ediyordum - etmeye çalışıyordum. Bu durumun başlıca sebeplerinden biriyse, babama 'How are you dad' dediğimde ona bir Rus duası okuduğumu sanıp sürekli amen, diye söylenirken, bana Nazi kampından sağ olarak kurtulmuş bir hahammışım gibi davranmasıydı. Bu başlı başına bir işkence gibi geldiğinden fazla üstüne gitmiyordum. Ona göre kimseler Boseong'a gerektiği kadar değer vermiyordu çünkü, Boseong insanlar tarafından deli gibi harcanıyordu. Kimseler yaşadığı bu güzel kasabayı hak etmiyordu.
Babam öyle ki; yere çöp atan çocukları görünce bile bağıra bağıra sopayla kovalıyordu ve yaşı geçtikçe kafasını her gün biraz daha Boseong'la bozuyordu. İsmimin bile babamın yaşadığı yerin aşkıyla yanıp tutuşması yüzünden annemin istediği gibi konulmadığını hesaba katarsak aslında önemli derecede korkunç durumdaydım. Yaşanan herhangi bir olayda ağzımı açtığım an buranın ne tür bir rezillikte olduğunu tam anlamıyla idrak edecekmişim gibi geliyordu, ki bu doğruydu. O yüzden babam ben liseyi bitirmem üzerinden pek de zaman geçmeden, çalıştığı YEŞİL ÇAYLI BYUN RAMEN dükkanının kasasında çalışmam için üniversite işini erteletmişti. Gerçek şu ki: Bir üniversite okuyacağımı sanmıyordum çünkü bu o bütün koydukları yazısız kurallara aykırıydı ve dükkanın başına geçecek kimse yoktu. Ne yazık ki tek çocuktum. Babam elli yaşına girmeden kafasındaki Boseong düşünceleri yüzünden yetmişlik dedelere dönmüştü ve çoğu zaman dükkana bile gidemiyordu. Bense dükkanı Sehun'a, komşumuzun oğlu, emanet edip huzurevine gidiyordum-kaçıyordum.
Oldum olası uçuk kaçık düşünceler gezerdi kafamda. Geçen sene on sekizime girdiğimde yaşlıların sakin hallerine acıyıp huzurevinde ufak çaplı konserler vermeye başlamıştım. O zamanlar çoğu grupla tanışacak param yoktu fakat buna gerek de yoktu çünkü dedeler ve ebeneneler bir tek 'We Will Rock You' söyleyince eğlenirlerdi. Elimde mikrofon bağıra bağıra şarkı söylerken birkaç kişinin aldığı keyif, pamuk ipliğine bağlı olan saygımı ve Boseonglu olma saçmalığı şeyisini kopartıp benden almıştı. Aslında bir hayalim olabileceğini ve burada yaşamanın bir kader durumu olduğunu kendime açıklayacak duruma gelmiştim. Annemin ne diyeceğini pek kestiremesem de bu babam için kötü bir durumdu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Orion ve Berlin
Fanfiction" "Orion, deniz Tanrısı Poseidon ile Girit Kralının kızı Euryale'nin oğlu. Ayrıca bayağı cüsseli ve yakışıklı bir adam." "İşte şimdi hoşuma gitti." "İnanılmazsın Berlin," " # pg- 15 / 12.7k # [ Chanbaek Fest 2: SUMMER FEST, Eylül 2021 ]