The Truth Untold şarkısından esinlenmiştir. İyi okumalar...
* * * * * *
O, Seoul Belediye Başkanı'nın gayrimeşru oğluydu. Hikayesi yürek burkan cinstendi çünkü hayat ona daha doğar doğmaz birkaç gol atmıştı bile.
Park Hyunjin, itibarı yüksek bir adamdı, herkesin saygı duyduğu bir idoldü ve iyi bir eşti aynı zamanda. Tabi bu yanılsamaydı. Park Hyunjin, bencil bir adamdı aslında. Mevkiisinin getirdiği şöhret ile egosu yülsek biriydi. Emir yağdırmaya bayılırdı bir kere. Kameralar karşısında görülen gülüşünü gerçek hayatta göremezdi kimse. Özellikle ailesine ve çalışanlarına kibirle bakardı. Yüzündeki o tatminsiz ifadesini bir ressama anlatsalar, ressam sanki karşısında bir fotoğraf varmışcasına çizerdi çünkü Park Hyunjin'in başka bir ifadesini bilmiyorlardı.
Park Hyunjin'in tek kötü yanı bu değildi elbet. Kadınlara da düşkündü. Ayda en az bir kez yurt dışına çıkardı habersiz bir şekilde. Eşi onun nereye gittiğini artık biliyordu. Fakat lüks hayatı sadakatten daha çok önemsiyordu. Çocuğu olmadığı için aklı çıkıyordu Park Hyunjin onu boşayacak diye. Bu sebepten ötürü aynı evde iki tatminsiz insan olarak yaşamayı sürdürüyorlardı.
Park Hyunjin, 1994 belediye seçimleri sırasında oldukça meşguldü. Çevreye yine yalandan gülücüklerini saçarken aklı gidemediği kaçamaklarındaydı. Eşi ile kavgaları şiddetlenmeye başlamıştı ki bir gün bahçede gezerken, onu gördü. Song Jimin, bahçıvanın tek kızıydı ve üniversite eğitimini tamamlayıp babasının yanına henüz dönmüştü. Döneli bir kaç gün oluyordu ve bol zamanı olduğu için babasına yardım ediyordu. Çiçeklerden anlardı. Hepsi ile tek tek ilgilenir, sevgiye boğardı onları. Park Hyunjin onu gördüğünde mavi ortancalarla konuşuyordu. Park Hyunjin'in tuhafına gitmişti bu. İstemsizce gülümsemeye başladığında silkelendi ve kızın yanına gitti. Song Jimin onu birkaç kez görmüştü. Babası uzun zamandır orada çalışıyordu ve Song Jimin, Park Hyunjin'in düğününü bile hatırlıyordu. Tabi o sıralar lise öğrencisiydi. Evet, ikisi arasında oldukça fazla bir yaş farkı vardı fakat Park Hyunjin, elini kıza uzattığında da, ona tecavüz ettiğinde de bu yaş farkını umursamamıştı.
Song Jimin, sessiz bir kızdı fakat sevgi doluydu. O olaydan sonra içine kapanmıştı. Annesi olmadığından böyle bir şeyi kime anlatacağını bilemedi. O koca evde tek arkadaşı çiçekler olmuştu. Park Hyunjin, etten püften sebeplerle Song Jimin'in babasını evden uzaklaştırıp kızın yanına giderdi. Onu iffetsizlikle suçlayacağını söylüyordu her defasında. Diyordu ki: Bana bir şey olmaz. Eğer baban öğrenirse sana ne gözle bakar bir düşünsene..
Park Hyunjin işte böyle pis bir adamdı ve kendi sebep olmasına rağmen Song Jimin hamile kaldığında sinirden deliye dönüp kızı dövmüştü. Song Jimin, hamile olduğunu ancak bebek kürtaj olamayacak kadar büyüdüğünde fark etmişti ki Park Hyunjin bunu öğrendiğinde tekrar deliye dönmüştü. Yapacak başka bir şey olmadığını anladığında kırsal bir yerden etrafı boş, müstakil bir ev almıştı. Ev, geniş bir bahçe içinde ve sarmaşıklarla kapalıydı. Arazi, uzun kavak ağaçlarından bir setin içindeydi sanki. Uzaktan bakan biri orda bir ev olduğunu kolay kolay göremezdi. Park Hyunjin, Song Jimin'i ve babasını o eve hapsetmişti işte. Haftada bir erzak götürmesi için güvendiği birini tutmuştu ve ağzını kapalı tutması için oldukça yüklü bir para ödüyordu her ay. İşte böyle başlamıştı Forlorn Köşk'ünün hikayesi.
Forlorn, latincede kimsesiz demekti ve bu eve verilebilecek en manidar isimdi.
Song Jimin, hamileliği sırasında bakımsızlıktan dolayı hastalanmıştı. Bebek büyüdükçe kendi zayıflıyordu. Hastaneye götürmesi için Park Hyunjin'in adamına yalvarıyordu biricik babası fakat bilmiyordu ki yalvardığı adam, Park Hyunjin'den bile daha gaddardı. Kendilerine çürük çarık, ucuz ne varsa onu alır getirir, alışverişten arttırdığı parayı da cebine indirirdi. "Doğurmadığı sürece doktor yok. Bunu o sülüklü beynine sok ihtiyar." deyip adamı ittiğinde, yaşlı adam yere yığılıp, olduğu yerde belki de saatlerce ağladı. Kafasında farklı planlar kuruyordu sürekli fakat cesareti yoktu. En sık kurduğu plan, Park Hyunjin'i öldürmekti. Hapis onun için daha iyi bir yer olurdu buna emindi . Fakat kızını düşünüyordu. Saçlarını bile okşamaya kıyamadığı, o melek gibi kızının bundan daha da kötü bir hayat yaşamaya mahkum bırakılacağını bildiğinden cesaret edemiyordu buna. Güçlü durmaya çalışıyordu. Kızının seveceğini bildiğinden o kasvetli evi güzelleştirmek için bahçenin her yerine çiçekler dikmişti. Song Jimin'i bu dünyada daha mutlu edecek çok az şey vardı. Çiçeklere bayılırdı o. Okuduğu okul da bunun üzerineydi ya. Tuttuğu bir defter vardı. Her bitkiyi tohumdan itinaren büyütmeye çalışırdı. Gözlemler, her adımını o defrerine yazardı. Bir sayfayı açmıştı o gün. Çiçeğin ismi en başa büyük harflerle, özenerek yazılmıştı fakat altındaki notlar çok karmaşıktı. Song Jimin bir not daha aldı sayfanın sonuna. "06.09.1995 - Bu kez de olmadı."
Önündeki saksıya baktı. Bu kez oldukça ilerlemişti. Tohum filizlenmiş, hatta küçük bir yaprak bile çıkmıştı fakat kökten çürüyordu her seferinde. Diğer bir saksıyı aldı eline. Onda da aynı çiçek tohumundan vardı. Farklı farklı yöntemler kullanıyordu. O saksı, sonuncusuydu. Diğerlerine nazaran daha sağlam duruyordu. Song Jimin, ümitlenmemesi gerektiğini biliyordu fakat içindeki umuda sarılmış, belki çiçeğini görürüm diye bekliyordu. Hayatında hiç görmediği bir çiçeği büyütmeye çalışıyordu. Zor bir çiçekti ve tohumlar ona annesinden kalmıştı. Babasının söylediğine göre, annesi oldukça iyi bir yetiştiriciydi. Fakat babası da o çiçeği büyütmeyi becerememişti.
Song Jimin, büyüyen karnına elini koydu. Bebeğin doğmasına az bir süre kalmıştı. Tekrar defterine dönüp, çiçeğin isminin yanına Büyükçe bir yıldız attı ve bir not yazdı.
"Hayatın Smeraldo çiçeği kadar güzel olsun bebeğim."
Ve hiç görmediği Smeraldo çiçeği gibi olacaktı bebeğinin kaderi. Çünkü Song Jimin, oğlunun yüzünü bir kez bile göremeden can vermişti.