kızarmış burnumu inceliyorum önce, sanki her şeyimi ele veren oymuş gibi suçlayasım geliyor onu, sonra yine fark ediyorum kendime hıncımı, tekrar gözlerim doluyor kendime olan bakışlarımı fark edince, yapabilsem başka gezegene kaçacağım, uzaklaşacağım kendim dahil her şeyden, gözümde o ateşi görüyorum.yüzüme birkaç kez su çarpıyorum, son çarpışımda avuçlarımı yüzüme yaslıyorum, boğmak istiyorum kendimi sanki mümkünmüş gibi, sonra rahat bırakıyorum yüzümü. banyodaki dağınıklığın arasında bir havlu bulup çekiyorum, hoyratça kuruluyorum yüzümü, derimi kazıyıp çekip alasım var.
havluyu da bir yere sallıyorum, umrumda değil nereye gittiği, içten içe yarattığım bu dağınıklık da kendimden iğrenmeme bir sebep sağlıyor. akan son birkaç göz yaşını siliyorum, göz altlarım silinmekten tahriş olmuş, gülümsüyorum, gün içinde gülümsemek zorunda kalırsam diye alıştırma yapıyorum.
banyonun ışığını kapatmak için elimi attığımda zaten kapalı olduğunu fark ediyorum, doğru ya, gündüz şu an. günlerdir uğramadığım odama giriyorum, dağınıklığım odam hariç evin her yerine yayılmış ama odam toplu. sözünü dinliyorum anne, bak odam çok düzenli, gülümsüyorum tekrar, 'ne salağım,' diyerek.
odamdaki gardrobun aynasında vücudumu görüyorum, bacaklarımda birkaç morluk var, yüzümü buruşturuyorum, kim bilir nereye çarptım. göğsümdeki bulanıklığın geçmesi için avucumu göğsüme yaslıyorum, yutkunuyorum, fayda etmiyor, gerçi hala fayda edeceğini sanmam da komik.
kırmızı saçlarımla oynuyorum biraz, herhalde bugün iyi görünmem falan gerek, birilerine bunu borçlu hissediyorum. dolabımı açıyorum, şık olan çok az şey var, beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon alıyorum, ne klasik ama. giyiniyorum hızlıca, zayıflamış olmalıyım, komik görünüyorlar üzerimde, sanki babama aitlermiş gibi, çirkinliklerini de buna borçlu olmalılar, aklıma babam gelince her zamanki gibi yüzüm düşüyor, bakışlarım donuklaşıyor, aynada ifadelerimi izlemek bir bağımlılık artık benim için.
gözlerimin yanışı sinirlerimi bozuyor, parmaklarımla kirpiklerim kopacak kadar ovuyorum gözlerimi, muhtemelen daha çok kızarmasını sağlayacak bu yaptığım şey ama umursayacak halde değilim.
evden çıkarken yanıma alacak bir şey arıyorum, herhangi bir şey, bulamıyorum, hiçbir yerde bana ait bir şey yok. telefon almam gerektiğini fark ediyorum, umarım şarjı vardır diyerek etrafa bakınıyorum, birkaç battaniyenin içinde kaybolmuş şekilde buluyorum, namjoon'dan bir sürü çağrı var, sonuncusu beş dakika önce yapılmış, derin bir nefes alıp geri dönüş yapıyorum ona.
ne zaman geleceğimi sorguluyor, evden çıktığımı söyleyip kapatıyorum, ona da biraz mahçubum, verdiği ilgiye hak ettiği değeri veremiyorum. etrafı izliyorum, evden çıkmayalı çok olmuş gibi, sokağın başındaki inşaat bitmiş, güneş gözümü yakıyor, yine de bakmaya devam ediyorum, namjoon'un ağladığımı fark etmeme olasılığı yok ama ondan çekinmiyorum.
bir otobüs buluyorum, şoförle iletişime geçecek gücüm yok, gitmem gereken yere gitmesini umuyorum sadece. umduğum gibi de oluyor, yarım saat sonra tanıdık yere geliyorum, hızlıca iniyorum. üstümdekilerden dolayı biraz rahatsızım. bu birkaç saatin hızlıca bitmesi için büyük adımlarla evin kapısına geliyorum, zile basmama gerek kalmadan ikizlerden biri kapıyı açıyor, çok da hevesli görünüyor, hemen sarılıyor bana, irkiliyorum önce, yavaşça ben de kollarımı sarıyorum, çok da tatlı olmuş, ne çok büyümüş diye düşünüyorum.
"gerçekten geldin hoseok! iseul ile iddiaya girmiştik, bana kocaman bir pasta borçlu artık."
gülümsüyorum kendimi zorlamadan, yaptığın iki at kuyruğuyla tatlı olmuşsun jiwoo, içimi ısıtıyorsun biraz.
jiwoo elimden tutup içeri doğru çekiyor beni, bu sırada iseul da hızlıca bize doğru yürüyor, ah, bu kızların ikiz oluşu beni her zaman korkutmuştur, yine biraz irkiliyorum. iseul da sarılıyor bana sıkıca, on dört yaşındalar ama çok büyük görünüyorlar gözüme, şaşırıyorum.
salona geldiğimizde bir kalabalık görüyorum, doğum gününde böyle bir kalabalık olması oldukça olağan tabii ama yine de aksini dilerdim. gözüm tek tanıdık yüz olan namjoon'a gidiyor, o da beni görünce derin gamzelerini gösterip yanıma geliyor, sarılıyor, neden herkes beni özlemiş gibi davranıyor?
biraz zaman geçiyor, namjoon benimle iletişime geçmeyi deniyor ama pek başarılı olamıyor, kızların pastasını kesiyoruz, hediye vermeye başlıyor kalabalıktaki insanlar. elimi cebime atıyorum, iki bilekliği de buluyorum, koleksiyonumdaki özel taşları işleyerek onlara beğeneceklerini umduğum bileklikler yaptım, hediye paketine koymayı bile düşünmediğim iki bilekliği avucuma saklıyorum, kızlara yaklaşıyorum kalabalık azalınca, beklentiyle bana bakıyorlar, keşke beklentilerinizi karşılayabilecek biri olsam.
avucumu açıp onlara doğru uzatıyorum bileklikleri, şaşırıyorlar. "sen gerçekten bize bileklik mi yaptın?"
başımı sallıyorum jiwoo'nun sorusuna, ikisi de hevesle alıyor bileklikleri, hemen birbirlerine takıyorlar ve yanaklarıma öpücükler konduruyorlar, bir sürü teşekkür de ediyorlar. insanlarla fazla iç içe olmanın verdiği yorgunlukla tekli koltuğa oturuyorum, kızlar arkadaşlarına bilekliklerini göstermeye gidiyor.
sonra biri yaklaşıyor yanıma, küçük gözlü biri, tanımıyorum. yüz ifadesi oldukça sabit, adımları net, tam önümde duruyor. "seni," diyor, "seni tanıyorum ben."
kalbim endişeyle çarpıyor, yüzüne daha dikkatli bakıyorum, ben neden hatırlayamıyorum? kafam karışmış şekilde ona bakıyorum.
benden büyük görünüyor, ya da bilmiyorum, belki verdiği enerjidendir, daha da yaklaşıyor bana, eğiliyor. "sen dışarıda ne arıyorsun jung hoseok?hapislerde çürüyor olman gerekirdi."
nefesim boğazımda kalıyor, yutkunamıyorum.
beni tanıyor.
beni tanıyor.
beni tanıyor.