"chan hadi abicim biraları yenile daha papaz kimde oynayacağız."saatlerdir chan'ın evinde iskambil oynayarak rastgele bir haftasonumuzu harcıyorduk. üniversitenin ikinci senesi tanışmıştık bizim çocuklarla. aslında birbirleriyle hiçbir ortamda denk gelemeyecek kadar birbirimizinden bağımsızdık, benim için birisi hariç. han jisung.
üniversitenin ikinci yarısı bizim çocuklarla tanışmadan önceki yaz festivalinde aynı sahnede denk gelmiştik onunla. hazırladığımız müzikalin vokal kısımlarında bize eşlik ediyordu sahne arkasından. ilk tanışmamız sahne sonrası selamlaşma esnasında el ele tutuşmamızla gerçekleşmişti. yapılı bir vücudu ve muhtemelen gitarından dolayı oluşan el nasırları vardı. tüm bunlara tezat yüzünde kocaman bir çocuk gülümsemesi taşıyordu.
ya da ben öyle olduğuna inanmıştım. festivalden sonra birbirimizle numaralaşıp konuşmaya başlamıştık gerisini bilirsiniz her üniversitelinin yaptığı hataları yaptık biz de. aşık olduğumuzu sandık - o sandı - vakit geçirdik, seviştik, aynı yatağı aylarca paylaştık ta ki jisung'un kendi kariyerine yönelmek istediğini söyleyerek beni başından savdığı zamanlara kadar. şimdi de öyleydi sadece ara vermiştik. hala arkadaştık - benim hala sevdiğim kişiydi - çocuklara da böyle söylemiştik.
çocuklarla her toplanmamızda aklımdan geçen bu düşüncelerle iki kutu biramı yarılamak üzere tekrar bir yudum almıştım.
" minho kendine gel lan sen iki birayla gidecek herif miydin, atsana şu kartı."
jeongin ensemi sarsarken söylemişti bunları. muhtemelen çakır keyifti. bu yüzden ses etmiyordum.
en son jisung atmıştı ve birazdan ilk sevgili olduğumuzda yaptığımız şaka tekrarlanacaktı.
çünkü elimdeki kart sinek valesiydi jisung'un attığı kart ise kupa kızı.
kartı halının ortasına attığımda jisung'un yüz ifadesini görmüştüm, bomboştu, sahiden iki arkadaştık sanırım onun için. changbin'in birasını yudumlarken ooo'lamaya başladığını duyabiliyordum ama aklımda sadece jisung'un boş bakışları vardı. bütün gece yorgun olduğumu bahane ederek sessiz kalmıştım benim aksime jisung ise beni bırakıp gittikten sonra kurduğu düzenli hayatını yaşıyordu.
gece ilerlediğinde uyumak istediğimi belirtip çocuklarla vedalaştıktan sonra chan'ın evinden ayrıldım.
yeni yıla yaklaşmıştık, bu yüzden birkaç gündür kar yağıyordu ve yerler bembeyazdı. titreyen vücudumla jisung'la perşembe günleri buluştuğumuz köprüye doğru yürüdüm.
-
içtiğim biraların etkisiyle mayışmıştım. koltuktan bir yastık aldıktan sonra olduğum yere kıvrıldım. bütün gece aklım minhodaydı. durgundu, normalde böyle olmazdı. çocuklarla her buluştuğumuzda iskambil oynarken tabiri caizse keyif pezevengi olurdu ama bu gece iskambilden nefret etmişti sanki. ya da ben ettirmiştim.beni unuttuğunu sanmıştım, kendimi unutturabildiğimi sanmıştım. çünkü ben böyleydim, yapamazdım onu üzemezdim. ama en çok şimdi üzmüştüm onu. chan'a haber verdikten sonra minho'nun peşinden gitmeye karar vermiştim.
muhtemelen her perşembe gittiği köprüdeydi, ne zaman incinse - ki bu genelde hep perşembeleri olurdu - giderdi.
perşembenin neden bu kadar özel olduğunu hiçbir zaman soramadım ona. sormaya cesaretim yoktu.
köprüye geldiğimde biraz etrafa bakındım. gelmişti. trabzanlarda oturuyordu ve muhtemelen telefonundan yine aynı şarkıyı dinliyordu. bir süre uzaktan izledim onu. en son dik omuzları yere düştüğünde anladım ağladığını, yanına ilerledim.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
bu sonbahar
Fanficve ben lee minho, aşk her şeyi affeder mi bilemem ama her şey zamanla geçmezmiş. minsung angst one shot