Bir bahar gibi başlar her şey. Güzel tasavvurlar, tatlı düşünceler ve zümrütten hayallerle... Her güzel başlangıç, neticeye ermenin ilk şartı ve ilk sebebi olması itibarıyla da, zevkli ve ümit vericidir. Ancak, pek çok güzel başlangıç vardır ki, "baharı görmeden hazana" erer ve geride kırağı vurmuş bir sürü yıkık rüya bırakır gider.
Başlatılan her hayırlı iş, her hayırlı teşebbüs, kadirşinas mirasçılar ve birleri, binlere ulaştırma sevdalısı nesiller sayesinde varlığa erer ve süreklilik kazanır. Ve şayet, o iş ve teşebbüs, serpilip bağrında gelişebileceği bu ideal kadroyu ve bu karasevdalıları bulamazsa, samyeli vurmuş gibi kurur ve yerle bir olur.
Mısır'dan Roma'ya ondan da bütün Doğu medeniyetlerine ve hatta Osmanlı İmparatorluğu'na kadar, bilumum ümran-ı âlem aynı kader çizgisinde doğmuş, aynı platformda gelişmiş ve aynı hazin akıbetle kadavralaşarak tarihe mâl olmuştur. Bir bakıma böyle olması da zarurî ve tabiî idi; zira onlar, kendilerini devamlı kılacak özlerini çoktan yitirmişlerdi. Evet, bir şeyin var olması, şekillenmesi ve olgunluk çağına ermesi için, ne kadar cehd ve gayret gerekli ise, hayatiyetini devam ettirmesi ve varlığını sürdürmesi için de, en az o kadar, belki daha fazla safvet, öze bağlılık, aşk ve vecde ihtiyaç vardır.
Bir tomurcuk, bir yumurta, bir yavru bin bir zorluklarla meydana gelir ve varlığa erer. Sonra küçük bir ihmal, az bir gaflet ve ehemmiyetsiz bir arıza ile mahvolur gider. Gider de, ne bahar bekleyen tomurcuktan, ne yığın yığın müşkilleri aşarak ortaya çıkan yumurtadan ne de yavrudan eser kalmaz. Toplum hayatı da öyledir. Bin meşakkatle elde edilen zaferler; debdebe ve ihtişama ulaşan medeniyetler; göz kamaştırıcı ümranlar, beklenmedik bir kırağı ile yerle bir edilir de, esefli birer rüya, hasretli birer hayal olur kalırlar.
Nedendir bu çözülüş ve çöküşler? Nedendir önüne geçilmez gibi işleyen bu hâdiseler? Acaba, toplumları ve medeniyetleri, bu afetlere karşı koruyacak bazı seralar bulunamaz mı.? Bulunamazsa, insanın cemadattan farkı nedir...?
Üst üste bu sorular, hazandan ürkmüş bir dimağın istifhamlarını aksettiriyor. Belki daha bir sürüsünü bunlara ilave etmek de mümkündür.. ne var ki, kalbleri tereddüt ve şüpheler içinde bırakmamak için, böyle bir tasvire girişmeyi uygun bulmuyoruz.
Evet, vâkıa, her fert gibi, her toplumun da belli bir ömrü ve takdir edilmiş bir eceli vardır. Müddetini dolduran her fert ve toplum –büyük veya küçük bir sebeple– elveda diyerek ayrılır. Ayrılır da kimse onu durduramaz. Her varlık bu mihnet evine birer birer gelir, birer birer gider; bu geliş ve gidişte fertleri, milletler ve devletler takip eder. Gelenler bir yığın çare ve tedbire dayanarak gelir. Ama gidenler, sezilmedik sebeplerle ve sessizce silinir gider.
Şimdiye kadar bu kahhâr-ı devvârın dişleri arasında binlerce millet ve yüz binlerce ümran çiğnenip gitti. Kim bilir, daha nice medeniyetler, o diş ve damaklar arasında eriyip yok olacaktır.!
"Bu bir devvâr u gaddârdır.
Gözü gördüğünü hep yer
Ne şâh u ne gedâ bunda,
Ne bir ferd pâyidar olmuş"[1](M. Lütfî)
Ancak bu geliş gidiş devr-i daimini, mutlak bir kadercilik içinde mütalaa etmeye de imkân yoktur. Bilakis, bu hususta hem fert hem de topluma terettüp eden pek çok mesuliyetler vardır. Fert, iç müşâhede ve kendi kendini kontrol etme; toplum da ona, emniyet içinde varlığını sürdüreceği bir zemini hazırlamakla mükelleftir. Fert; aşk, hassasiyet, iç düzenleme ve kendini hesaba çekmede ihmal gösterir; toplum da, kendisi için tehlike arz eden faktörleri baştan sezemezse, o millet ve o toplum için ölüm emareleri belirmeye başlamış demektir. Bu itibarla, ferdin hem kendini, hem de içinde yaşadığı cemaati; cemaatin da, ferdi görüp gözetmesi, hayatî ehemmiyet arz eden ciddî bir husustur.
Evet, sıhhatli bir toplum, onu teşkil eden fertlerin iç derinliği ve kalbî, ruhî hayatıyla mevcut sayılır. Ve varlığını, canlılığını da ancak onlar sayesinde devam ettirebilme durumundadır. Denebilir ki, toplum, tamamen aile cüz-i fertlerinin ve fert izotoplarının hâl ve keyfiyetine göre şekillenmekte ve buna göre yönlenmektedir.
Buna binaen, fertlerde mevcut olan her güzellik, her kıymet ve her değer katlanarak topluma akseder. Aksine, onlardaki her uygunsuzluk, her yetersizlik de, bir fezîa ve bir facia olarak toplumun yolunu keser ve onu derinden derine yaralar.
Bu açıdan, fertleri, içten içe yanmış ve karbonlaşmış bir toplumda, ne canlılık, ne sıhhat ve ne de elde ettikleri nimet ve imkânları değerlendirerek, yeni lütuflara liyakat kazanma ve yeni ufuklara doğru açılma, asla söz konusu değildir. Bilakis, fertlerdeki bu iç çözülme, önce onlarda, sonra da toplumun bütün kesimlerinde zincirleme hüsranlara yol açacaktır ki; bu da, o toplumun kendi içinde çürüyüp yok olması demektir.
Bu şundandır; "Yüce Yaratıcı, bir topluma bahşettiği nimetlerini, o toplum kalbî ve ruhî durumunu değiştirmedikçe geri alacak ve değiştirecek değildir." ( Enfal sûresi, 8/53) Yani o cemaat, kendisine bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki safvet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbîlik.. gibi, yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, –ilahî âdete göre– o nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla söz konusu değildir. Aksine, bir heyet-i içtimaiye kendini yücelten ve ayakta tutan bu üstün vasıfları kaybedince, orta sütun çökmüş ve toplum çatısında tamiri imkânsız yıkıntılar meydana gelmiş demektir.
Onun içindir ki; bizler, asırlardan beri devam edegelen sarsıntı ve çöküntülerimize, dışta sebepler arama yerine, insanımıza iç murakabe, kendi içinde derinleşme ve kendi
kendini keşfetmeyi tavsiye ediyoruz. Ve yine onun içindir ki; makam ve mansıba dilbeste olmayı, öldürücü zehir sayıyor ve hayalî zaferlerin ganimetini paylaşma uğrunda verilen kavgalara, cinnet nazarıyla bakıyoruz. Ve yine onun içindir ki, bu yüce davaya gönül vermişler arasında, şahsî çıkar arayanları ve şahsî refah peşinde koşanları, bu güzide topluluk içine sızmış zararlılar addediyor, onlardan ve düşüncelerinden uzak kalmaya çalışıyoruz.
Ne mutlu, geleceğin dünyasını kuracak hasbîlere! Ne mutlu, kudsîler pazarında insanlık uğruna ateşlere atılanlara ve çarmıha gerilenlere! Bin muştu olsun, şahsî haz ve zevklerini, içinde yaşadıkları topluma feda edenlere!
Ümran-ı âlem: Âlemin imarı, medenileşmesi, ilerlemesi, refah ve saadeti.
Kahhâr: Ziyadesiyle kahreden, yok eden, batıran.
Devvâr: Çok dönen, devreden.
Devridaim: Devamlı dönme.
Cüz-i fertler: Atomlar.
Fezîa: Skandal.
Heyet-i içtimaiye: Topluluğa ait cemiyet.[1.] Bu gözünün gördüğünü hep yiyen dönen gaddar bir dolaptır ki, bunda hiçbir şah, hiçbir fakir ( dilenci) ayakta kalmış değildir.
Sızıntı, Temmuz 1981, Cilt 3, Sayı 30
ŞİMDİ OKUDUĞUN
M. Fethullah Gülen-Çağ ve Nesil 1
General Fiction1979 yılı Şubat ayında neşir hayatına giren Sızıntı dergisinde çıkmış olan başyazıların bir araya getirilmesi ile bu kitap meydana geldi. Bu yazılar, süreli bir neşir organında yayınlanmakla birlikte, dar aktüaliteye temas etmediklerinden ötürü taze...