Bir tabuttayım. Hiç bir uzantımı hissetmiyorum.Diz kapaklarımdaki patellaları, boynumdaki kasları ve sıradan bir doktorun ismini rahatça dile getirebileceği organlarımı... Büyük bir kibirle terk ettiler beni. Güneş'i hatırlıyorum, yüzümdeki sıcaklığını ve nasıl derimi yaktığını. Gözeneklerimden çıkan teri. Günler geçti. Beni bu karanlığa çivileyen adamı hatırlamıyorum ya da kadını.Ya da -ları, - leri.
O günü hatırlamıyorum. Ama şu an ...
Geçmek bilmeyen bir karanlık. Tabutu çevreleyen toprağın içinde bir şeylerin yavaş ama kararlı devinimlerini duyabiliyorum. Bir de şu uzun demir çubuk. Tabuttan dışarıya bir kuğu gibi süzülüyor. Ağzımı dayayıp dışarıdaki tüm oksijeni emmek istiyorum. En son ne zaman yemek yemiştim acaba ya da su içmiştim? Açlık ya da susuzluk hissetmiyorum. Günlerdir buradayım sanki. Belki de haftalar. Kötü bir koku duyuyorum ya da ben kokuyorum. Kestirmem zor. Ancak bu koku benden gelmiyorsa ve hala aklımı yitirmemiş isem bir mezarlıkta olma ihtimalim yüksek. Ya da terk edilmiş bir mezbahada. Bunların önemi yok. Açlığın susuzluğun.
Boylu boyunca çıplak ve hareketsiz yatarken gece mi yoksa gündüz mü olduğunu yüzümün üşümesinden kolaylıkla anlıyorum. Burada gözümü ilk açtığım andan itibaren kurtulmamın imkânsız olduğunu, bunun bir son olduğunu bildiğimden asla bağırmıyorum. Hatta kurtulmak için tahtaları kırmaya bile çalışmıyorum. Buraya beni gömen kişi her kimse bunu büyük bir keyifle ve sonunda kesinlikle öldüğüme inanmış olarak son kürek toprağı da üzerime attığına eminim. Öleceğime eminim. Otlar, bir bahçe... Yıllar sonra üzerime asfalt bile dökülebilir. Benden habersiz milyonlarca araç seyrü sefer edecek. Yerimi dahi bulamayacaklar.
An ve an bu sona kendimi alıştırıyorum. Saatler, dakikalar, saniyeler... Hiç bir önemi yok. Öncesini ve sonrasını ölçmenin anlamı yok.
II
Aynanın karşında buldum kendimi. Onca yıldan sonra hâlâ burada. Oturma odasından yükselen ahenge kaptırıyorum kendimi. Joubran, Üç Kardeş ve beni istimlâk edişlerini. İçimde onlardan biri olma umudu. Sis ve karanlık. Kendimi aynanın karşında buluyorum yine.
Kadınlar hakkında çok şey anlatan Bukowski ve ben ve Joubran kardeşler. Ölümcül bir bermuda şeytan üçgeni oluşturmuştuk. Ne içimize girebiliyorlardı ne de içimize girenler dışa çıkabiliyordu. Dişlerimi sıkıp kırılmalarını bekledim. Öyle sert sıktım ki en tehlikeli savaş köpeklerini boğabilir, ölmesin diye sınırda neyi beklediğini bile bilmeyen askercik üzerine giydiği çelik yeleği çiğneyebilirdim. Dudak kenarımdan damla damla kanları görünce gülmeye başladım. Kulağıma çalınan o aykırı ses Bukowski'nin tüm iğrençliği ve kan damlaları. Yine o muhteşem üçgen.Suretim sırtımı dayadığım tüm insanlara benziyor. Onların güçlü veya zayıf yanlarıyla besleniyor. Kimi zaman Yusuf oluyorum yürürken başaklara boyun eğdiren kimi zamansa Şebbad.
Düşünebildiğim kadar hızlı düşünüyorum. Bedenimin ağırlığı korkutmuyor. Düşünebildiğim kadar düşünüyorum anı. Anın içindeki nano saniyeleri. Ve beni ne hale getirdiğini.Kapı çalıyor...
Kim korkar ki kapının çalınmasından. Kim mutlu olmaz ki gelen bir dosttan. Acıtmasaydı içlerimizi her gelen ve her giden taşımasaydı yüzlerimizi. Kapının önünde durdum, aklımdan ilk geçirdiğim ismi hayal ettim. Pia. Güldüm. Atilla da gülerdi. Naylon ve sarı bir yağmurlukla üşümüş ellerini göğsümde ısıtmalıydı.
Kapı çalıyor...
Evde yokmuşum gibi davransam veyahut korkmasam açsam. Hayır. Odamdayken bile ışıkları söndürmemin ve kapıyı kilitlememin bir anlamı olmalı. Bunun anlamı korkaklık olmalı. Güvende hissetmeme duygusu ya da sadece korku. Düşürdüğüm aklımı nerde unuttum acaba. Az evvel dikildiğim aynanın karşısında mı ? Yoksa Bukowksi'nin kadınlarında mı? Başaklar geliyor aklıma, siyah bulutlar... Hafifçe tenimi üşüten damlacıkları. Sarımsı bir ovayı karanlığa bürüyor. Anlattıklarımın izahı yok. Anlatamadıklarım daha önemli. İçimden geçenleri dilimin süzgecine varmadan şekillendirmeden anlatmayı denemek istiyorum. Doğru soruları sormasını beklediğim insanlar... Asla doğru soruları sormadılar. Bir depremde tonlarca şiirin altında kalmışım sanki. Ahvâlim bundan ibaret. Ahvâlsizliğim de... Cevap beklenen soruları sevmiyorum. Kendimle ilgili neden insanlara bir şeyler anlatayım ki? İnsanlar, neden bilmekten, yorumlamaktan, yorumsuzluktan yanadırlar ki? Öylesine sorulara böylesine bir suskunluk. Anlatacak kadar diri değilim! Anlatamayacak kadar ölü de ...