New York, 1968
Sokağın cılız kollarına düşmüş karanlık, beraberinde yeni günün ilk dakikalarını da getirirken yüzündeki buruk gülümseme hatırladığı kötü anılarının peşinden bir lanet gibi yayılıyordu sanki.
Çağının teknolojisini yansıtan radyonun soluk sesi, çok geçmeden rutubetli odanın duvarlarına çarptığında yıllanmış sigarasını dudaklarının arasına götürdü. Zehirin acı dumanıyla, akıtmamak için direndiği gözyaşlarını tozlu defter yapraklarının üstüne tane tane bırakırken rahatlamıştı. Onun için ağlamak bu kadar kolaydı işte.
Malikanedeki karanlık havanın en yoğun hissedildiği bu odada kalmak, artık hiç olmadığı kadar canını acıtıyordu. Küçük bir yetimken getirilip burada rahatça uyuduğu dönemleri ne büyük hediyeydi fakat şimdi ruhundan kopan cam parçalar boğazını kesip atar olmuştu.
Kanla dolan ağzını temizlemek için ayağa kalktığında bacaklarının eskisi gibi cesur adımlar atmadığını fark etti. Her geçen gün tükeniyordu ve büyüdükçe tattığı yeni duygular taze bedenini açgözlülükle kemiren yamyamlara benziyordu. Bağımlılığı artık ölümcüldü.
Koca bir yudum aldığı su boğazından aşağı kayıp giderken geçmişindeki o değerli hediyenin ona sadece bir duvar uzakta olduğunu hatırlamıştı. Bu yüzden avuç içlerini duvara bastırıp tek kulağını soğuk beton parçasına dayadı. Nefes alışverişini duymayı umacak kadar hayalperestti.
Duasına karşılık vermeyen Tanrı, aciz tepkisini izlerken mutlu muydu bilemezdi fakat büyüyen irisleri göz kapaklarından fırlayacak kadar acıtmıştı. Yüreğindeki aptal sızıya karşılık beyaz gömleğini sertçe sıkarken dudaklarını birbirine bastırdı. Büyük bir ahmaktı.
Her gece duyması muhtemel seslere alışmıştı fakat bu gece olmak zorunda mıydı? Saf çocuklarken dağlardan topladığı canlı çiçekleri kucağına bırakan adam, büyüdüğünde açtığı mezarlığı ölü çiçeklerle süsler olmuştu.
Dizlerinin üstüne çöktü. Güneş elbette doğacak ve cılız mum ışığının yerini alarak içini ısıtacaktı. Umudunu hiçbir zaman kaybetmiyordu çünkü malikanedeki diğer hizmetkarlardan artık hiçbir farkının kalmadığını biliyordu ve çoğu şeyi görmezden gelmek zorundaydı.
Duvar kenarında kaç saat geçirdiğini bilmesede hala yan odadan gelen zevk dolu inleme sesleri kesilmemişti. İmkansız aşkını başka bir kadınla hayal etmek zordu fakat o yatakta kendi bedenini canlandırmak imkansız değildi. Gözlerini sıkıca yumdu.
Nasıl hissettirdiğini hiçbir zaman bilemeyeceği bu dokunuşlar bacaklarının arasından sıcak ve nemli bir sıvıyla kayıp giderken onlarla birlikte zevkle inlemişti. Boğazını saran parmaklarını ağzına aldığında, emziğine kavuşan bir bebek kadar sessizdi artık.
Avuç içlerine baktı ve parmaklarındaki meniyi işlemeli mendiline silmeden hemen önce yaptığı bu iğrenç işten bir kez daha utandı. Patronunu başkasıyla sevişirken bile arzulayacak kadar sıyırmış görünüyordu ki yanaklarına dolan sıcaklık başını öne düşürdüğünde derin bir nefes verdi. Hızla inip kalkan göğsü ciğerlerini acıtıyordu.
Yürek burkan kederiyle ortaya karışık utancını harmanlarken bu gece aslında Han Jisung'un doğum günüydü ve yan odada başkasıyla sevişen adam, hiçbir zaman unutmadığı tarihi ilk kez umursamayacak kadar keyifli bir hazla doluydu.
Buna rağmen dudaklarından fırlayan dileği Tanrı'ya ulaştığında bu yüzsüzlüğünün azraili olacağını biliyordu fakat geri adım atmayı hiç düşünmedi. Dünyada bir başına kaldığından yaşama sebebini unutmasının asla yolu yoktu. Belki de sırf bu yüzden o kadının yerinde olabilmeyi dilemişti. Tanrı duyardı fakat günahkar bir gencin arzusunu gerçekleştirir miydi?
İşte bunu zaman gösterecekti.
•••
Tüm okuyucularıma öncelikle merhaba. Bu kısmı çok uzun tutmayacağım ve herhangi bir ipucu da vermek istemiyorum. Sadece biraz daha nostaljik bir şeyler yazmak istediğimi fark ettim. Umarım beğenirsiniz ♡
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hizmetkar, minsung
Fanfiction||+18|| Han Jisung, patronundan hoşlanıyordu oysa büyük kalçalı kadınlardan..