Yazmaya başlamadan önce bilmenizi istediğim birkaç şey var, onları söyleyeceğim ki isterseniz burayı geçebilirsiniz, okumanız şart değil benim açımdan. Bundan uzun bir süre önce henüz çok küçük yaşlarımda, yanlış hatırlamıyorsam sekiz yaşındayken ayvalıkta bir evimiz vardı ve biz kendi evimizin en üst katında kalırdık hep, babamla birlikte. Her gece yatağımızı yapar, yıldızları izleyerek uyurduk. Bazen ise hiç uyumazdı babam, konuşup dururdu ben de ona katılırdım. Saatlerce yaptığımız konuşmaları hatırlıyorum, güzeldi, güzel zamanlardı benim için. Tabii her anı gibi bu anılar da zamanla unutulmaya başladı, ben her ne kadar hatırlıyorum desem bile. Hatırladıklarımın yanında yalnızca bunlar da yok, bu hikayeyi asıl yazma sebebim olan şeyden söz edeceğim az sonra. Babamın eski bir dizüstü vardı çatı katında, onu çıkarıp da getirmişti. İçinde de birkaç film, birkaç tane de belgesel tarzında video vardı işte. Ben merakla inceliyordum, babam da bir yandan bu hiçbir işe yaramaz atalım gitsin diyordu, oysa benim öyle hoşuma gitmişti ki atmak istemedim. Benim gözümde yeni bir şeydi, hem o zamanlar pek arkadaşım da yoktu, yazın denize gitmeyi severdi herkes fakat ben oldum olası sevmemişimdir yüzmeyi. Babam bende kalabileceğini söylemişti o dizüstünün, çok sevindirmişti beni, hemen kabul edip sadece tüm dikkatimi ona verdiğimi hatırlıyorum. Sonrasında aklımca kurcalamaya, içindeki videoları izlemeye başlamıştım. Birkaç film vardı demiştim ya hani, işte onları da buldum, teker teker izledim sadece birkaç gün içerisinde hepsini ikinci kez izlediğimi hatırlıyorum... Tabii bazılarını ise üç ve üçten fazla izlemiştim, hepsinden bir şeyler çıkarıyordum. En sevdiğim filmin ismi ise "bi küçük Eylül meselesi." tam anlamıyla benim bu hikayeyi yazma sebebim, seneler sonra nereden aklıma geldi de bu fikre kapıldım bilmiyorum. Sadece tüm yaz tekrar ve tekrar izlediğim filmi şimdiki yıllarımda tüm kalbimle destekleyip sevdiğim çifte adamak istedim sanırım, umarım siz de okurken seversiniz. Ben o zamanlar sevgiyi ilk kez onlarda gördüm, öyle bildim, öyle öğrenmiş oldum. Çok da üzülememiştim o vakitlerde, aklım almamıştı ama geçenlerde yeniden izlediğimde ne kadar hoş bir hikaye olduğunu anımsadım. İçerisine kendimden çok şey katacağım, filmi tamamen yazacağımı söylemiyorum fakat bunların hepsini eklemek istedim, herkese şimdiden iyi okumalar.
Denizin bir kıyısında gören herkesin tekrar ve tekrar baktığı, sahip olmak istediği türden ufak bir evde yaşıyordu siyah saçlı çocuk. Küçükken hepimiz büyük evler gördüğümüzde bunların prenses evi olduğunu düşünürdük ya hani, bu eve bakanlar da bu evin mutluluğun yaşanabileceği sayılı yerlerden birisi olduğunu düşünürlermiş, oradan bakıp dalgalanan denizi izlemeyi düşlerlermiş. Evini çok da sevmezmiş içerisinde yaşantısını sürdüren çocuk fakat oraya çok alışıkmış, duvarlarını anılarıyla süslediği evinde. Yine her gün olduğu gibi bugün de dünden toplamadığı ve tamamen dağınık bulduğu evinde güne güneş ışınlarıyla birlikte uyanmış olan oğlan, salonun ortasında esneyerek zorlukla kalkmış ardından ise doğruca üşengeç adımlarının eşliğinde banyoya gitmişti. Bu sabah da aynaya baktığında gülümsemişti, bunu her sabah yapardı. Güne gülümseyerek uyandığı zaman, bunun şans getireceğine inanıyordu. Günler şans getirmiyordu Park Jimin'e, o her gününü şanslı kılmanın yolunu öğrenmişti. Çalan telefonuyla birlikte banyodan hızla ayrıldığında mızmız bir ses tonuyla arayan arkadaşını karşılamıştı, saçlarını hafifçe alnından çekerek yerdeki dağınıklığa bakarak konuşmayı sürdürmüştü.
"Saat sabahın yedisi, yerler dünden kalma içtiğiniz bira şişeleriyle dolu ve berbat kokuyorum. Dün gece ne halt yediniz benim evimde Jungkook?"
'Bak Jimin, seni azar yemek için aramadım. Dün gece yine bir şeyler sayıklamaya başladın, biz de seni sakinleştirip eğlenceyi yarıda kestik ve herkesi evlerine gönderdik. Sana yardım ediyoruz ve bizi sürekli itiyorsun, yeter artı-"
Park daha fazla bunları duymamak adına öylece telefonu Jungkook'un yüzüne kapamış, sinirle mutfağa yönelip bir bardak su almıştı kendisine, artık çevresindeki herkese bir yük gibi görür olmuştu kendisini. Nefesleri yine en sinir bozucu hâli almıştı onun için, göğüs kafesine batıyordu nefesleri. Arkadaşları ile normal bir şekilde eğlenmek isterken berbat ediyordu, sorun neydi? O da bu sorunun cevabını arıyordu. Eski neşesi yoktu, herkes ona bunu söyleyip dursa bile artık kendisi de aramayı bırakmış öylece kabullenivermişti bu nedensiz şeylerin tümünü.
Yeniden her sabah karşısına geçtiği aynanın önüne geçmiş, gülümsemişti. Sahte de olsa, kendisini bunu yapmaya zorunlu da görse gülümsemeyi ihmal etmemişti. Böyle başlardı Park Jimin'in günleri, solmuş olsa bile zorlardı kendisini mutlu olmaya, pes etmek bir seçenekti fakat o bunu seçmeye cesaret edemeyecek kadar korkardı gülümsememekten.Tüm bunlar yaşanırken, denizin bir diğer kıyısında ondan kilometrelerce uzakta olan Min Yoongi'nin uyanışı bile muhtemeldi, sahilin bir köşesinde sızıp kalmıştı, elinde ise hiç yanından ayırmadığı kalemi vardı yine. Geceleri yıldızları izlemek ve iç çekmekle geçerdi, yıldızların hepsinin bir ismi ve hikâyesi vardı Min Yoongi'nin Dünyasında. Parmaklarının arasına yer edinmiş, düşmüş olsa bile orada duruyordu tıpkı neşesi ve tüm umutları gibi, tutabilmesi için sadece yeniden uyanmalıydı. Doğru duydunuz, Min Yoongi'nin pes edişi tamı tamına iki haftayı bulmuştu. Koskoca iki haftaydı onun için, nefeslerinin göğsüne battığı üç yüz otuz altı saat. Park Jimin'in gidişinden bu yana O hiç uyanamadı, kalemini da yalnızca parmakları tuttu, ruhu uyudu. Güneş sarı saç tutamlarına vurup onu uyanması için zorladığında inatla reddediyordu, nasıl her sabah bunu inatla yapabilecek kadar nefret eder olmuştu? kolu ile ışığı kapayıp yeniden uykuya dalmak istiyordu ama buna izin vermeyen birisi daha vardı, Min Yoongi'nin o adadaki tek dostuydu o. Her sabah uyanması için yüzünün her yanına ıslak öpücükler bırakır, kumların üzerinde koşturup havlardı o uyanana kadar. Nihayet yeniden başardığında ve Min gözlerini güne açtığında ise kucağına zıplayıp neşesini paylaşırdı, onun neşesi ikisine de yetiyordu fakat zamanla o da tükeniyordu sarı saçlı olanla birlikte, herkes solup gidiyordu o adada. Yoongi kumların arasında kaybolmaya yüz tutmuş defterini elleriyle hafifçe eşeleyip aldığında kalemini de defterin arasına sıkıştırmış, istemsiz bir şekilde küçük dostuna dönmüştü.
"Dün gece konuşmuştuk bunu seninle, değil mi? Sana beni sabahları uyandırma demiştim. Bak işte yaptığına, bu saatte ne yapacağım? Cevap ver, veremezsin tabii. Köpeksin sen, bakarsın öyle yüzüme." Söylediklerinden sonra duraksayıp, başını eğmiş ufaklığın hâline baktığında Yoongi de onunla birlikte başını eğmiş, bu sefer daha kısık bir ses tonuyla yaklaşmıştı ona. "Pekala, kırıcı konuştum evet, beni anladığını düşünmüyordum. Özür dilerim, sinirlerim yine tepemde bugün Kiraz." Sahil boyunca yavaşça yukarıya doğru yürümeye başladıklarında Kiraz hâlâ ona kırgındı, bu denli kırılmasının sebebi aslında ona bağırması değildi. Bana kalırsa Yoongiyi anlayan tek kişiydi o, anlamadığını söylemesi yaralamıştı. Değişmeyeceğini bildiği günlerine uyanıyor, mutsuzluklarını bir bir yutuyordu, yaralarını sarabilecekken çekip giden ve nereye gittiğini bile bilmediği Park Jimin'i düşlüyordu, o koskocaman ada artık ona ufak bir oda gibi gelmeye başlamıştı, ruhu değil de acısı büyümüştü sarı saçlı olanın. Gün geçtikçe, kanıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bi' küçük eylül meselesi, yoonmin
Fanfiction"Kaybolup gidecek ama o yazdıkların." "Hayır, kaybolmayacak. Sen nereye gidersen git dalgalar onu alacak, senin gittiğin yerin kıyısına götürecek."