ich träume liebeslieder

522 40 101
                                    

[ ólafur arnalds — ágúst ]

denizkestanesi, echinoidea sınıfına bağlı dikenli deniz hayvanıdır. genellikle mat renklerdedir fakat sıklıkla karşılaşılan renklerine yeşil, zeytin yeşili, kahverengi, mor ve siyah da dahildir. denizkestaneleri, denizyıldızı, deniz hıyarı ve deniz zambağı gibi derisidikenlilerdendir; dikenlerle kaplı küre şeklinde bir kabukları vardır, gündüzleri mercan resiflerinin yarıklarında saklanırlar ve bu hayvanlara dünyanın her yanındaki okyanuslarda rastlamak mümkündür.

ağustos ayının başlarıydı, henüz aydınlanmayan göğün altında büzüşmüş ağıma takılan kargı parçalarını ve iri çakıl taşlarını ayıklıyordum. yengeçlere dokunmadım. açık havaya taze bir koku hâkimdi, ufuğu saran yalçın pembesi göz alıcı görünüyordu fakat vaktimi bu doğa harikasını izleyerek harcayamazdım; büyükbabama geç kalmayacağıma dair söz vermiştim. okyanusun ılık sularıyla nemlenen kum taneleri çıplak diz kapaklarımı boydan boya kaplasa da canımı yakmıyordu.

"onlar zehirli."

başımı çevirip birkaç adım ilerimde dikilen bedene baktım. benimkine benzeyen koyu kot şortu, eflatun rengi patiska gömleği ve kalın tabanlı sandaletleriyle kasabanın yerlisi olmak için fazla yabancı bir izlenim bırakıyordu. kalkık kaşlarımla yüzünü izlediğim sırada ince dudaklarını aralayarak "denizkestanelerine öyle palas pandıras dokunulmaz, tropikal ve zehirliler. yaralanmanı istemem," dedi.

önüme dönerek ağımdaki dikenli türde tedirgin bakışlarımı gezdirdim, yavaş adımlarla yanıma yaklaşıp ayakucumda yere çömeldi.

"izle şimdi," diye mırıldanıp elindeki çubukla hayvanı dürttü, siyah dikenler ona doğru yönelip büküldü. kısık sesiyle gülüp bana baktı, bakışları çakmak çakmaktı. "aşırı kuvvetli bir zehri olmasa da seni uyarmak istedim, tanrı korusun fakat bir yerde nekroza sebep olduğunu dahi okumuştum." öylece yüzünü izlemeye devam ettim, bilmediğim bir dilde konuşuyor gibiydi, anlam veremedim. "yine de yemek konusunda ısrarcıysan kestiğin vakit görünen parlak ve turuncu yumurtalık kısmını kaşıklayabilirsin."

kaşlarımı çatarak başımı iki yana salladım. "hayır," dedim kesinkes. "korkunç görünüyorlar, yememin mümkünatı yok."

kıkırdadıktan sonra omuz silkti.

"sen bilirsin."

balık kovamı kucaklayıp ayaklandığımda peşimden kalkıverdi, heyecanla kasılan yüzünü incelemeye başladım fakat benimle konuşmaya pek hevesliydi. "gidiyor musun?" derken ellerini arkasında birleştirdi, olduğu yerde hafif hafif sallanıyordu. "büyükbabam bekliyor," diye cevap versem de tatmin olmamış gibi koca burnunu kırıştırdı.

"sana eşlik edebilir miyim?" üstü kapalı bir gülüş yeni baştan çizildi dudaklarıma, dümdüz tutmaya çalıştığım ifademle "seni tanımıyorum," diye söylendim.

gülümseyerek gözlerime baktı. "buranın yerlisi değilim, birkaç haftalığına kuzenlerimi ziyarete geldim sadece." başını omzuna doğru eğerken "jeon jeongguk," dedi. tuzlu kokusu, bileklerini saran ebruli iplikleri, yumuşacık ve pak sesi yaşama davetti.

bu onu gördüğüm ilk andı, bana gülümsedi.

ancak ona sırtımı dönüp eve gittim.

désarpa, yüz elliyi aşkın nüfusa sahip bir sahil kasabası olsa da haritalarda izine rastlanılmazdı; güney okyanuslarının şeridine dayanan bu kasabanın havası dahi insana, kendisini âna sıkışmış hissini duyduran ve zaman zaman geçmiş özlemiyle burun sızlatan bir füsuna sahipti. toprağındaki humus miktarı diğer yerleşkelere kıyasla yetersizdi, yılın üç mevsimi göğü saran sisli görüntüsü göz doldurur ve yaklaşan sonbaharda kararan kıyıya bir gölge gibi düşerdi.* halkı çoğunlukla cana yakındır ancak yeşillikten ırak olmak bazı vakitler onları huysuz, çekilmez ve sivri dilli olmaya iter.

winter 눈Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin