Genzimden mideme kadar inen tuz tadıyla öksürerek uyandım. Yuttuğum sular ağzımdan çıkarken, güneş tüm enerjisiyle bana hayat verircesine yüzüme vuruyor. Aynı güneşin altında üşürken şimdiyse yanmamak için çaba gösteriyorum. Belki de farklı bir gezegendeyim, rüya bile olsa farklı dünyalarda olmayı denemek güzel bir şey. İnsan sesleri duyuyor gibi oldum. Hafifçe başımı kaldırıp bakındım. İrili ufaklı yüzen ev gibi şeyler görüyorum. İçlerinden bir tanesi bana doğru yaklaştı, mızraklarını bırakıp beni kayıklarına çektiler. Hiç bir şey konuşmadık. Kürek çekerek diğer teknelerin aralarına kadar geldik. Aralarında iskelelerle birbirlerine bağlanmış birçok tekneden oluşan bir yere çıktık. Limanlarıyla beraber yüzüyorlar, durup da çıkılacak kara parçası vardıkları yerdi. Direkler arasına gerilmiş iplere asılmış balıkların kokuları, kutup da geyiklerle yaşayan Nenets'lerin kurutulmuş balıklarına benziyordu. Etrafıma toplanmış kalabalığın içinden çıkan bir kadın bana; birkaç saat sonra kocam gelir merak etme. Beni tanıdın mı? Biz sizin mahallede uzun zaman kaldık.
-Evet, sen bizim mahallede oturan kalaycı romanın karısısın. Burası neresi yoksa körfezde miyiz, bu kadar sıcak olması enteresan değil mi?
- Merak etme Manuş gelince onunla konuşursunuz ben gidip balık temizliyorum.
Manuş bizim mahalleden ayrılan bir Çingene idi, ayrılan derken o sürekli bir taraflara giderdi, kamyonetiyle gezer, demir alır satar, kalaylar bir şeyler yapardı. Eski evlerinin altında küçük bir demirci dükkânı vardı. Balta, nacak, tırpan ve orak gibi aletler üretirlerdi orada. Hatta su dolu rakı şişeleri içinde kan sülükleri getirir onları da varisli hastalara satardı. Manuş'dan hurda elektrikli şofben satın almıştım. Cihazı dükkânının önünde yerde sergiliyordu. Manuş bulduğu eşyaları bazen eski bir fotoğraf makinesi ya da bir elektrikli sobayı dükkânın önüne bırakırdı, bunları kalay yapmak için gezdiği mahallelerden gelirken toplardı. Şofbeni sormak için dükkâna girmiştim. Manuş usta kaç para istiyorsun bunun için dedim. Bana iki kilo Abhaz peyniri getirirsin olur biter demişti. Manuş Usta'ya nereden biliyorsun sen benim abhaz olduğumu diye sordum. Senin Katsbey köyüne gittim, geçen ihtiyar birine lehim yaptım balta istedi sattım. Öyle tanıştık, ne istese buldum ona. Hatta su pompası buldum hurdalardan, götürdüm nasıl sevindi görsen. Ne zaman gitsem karnımı doyurur, peyniri orada yedim. İhtiyar Almanya'dan emekli ya eşiyle hiç Türkçe konuşmuyor, sordum Almancayı unutamadınız gittiniz dedim. Almanca değil ki bu dedi. Bu bizim dilimiz Abazaca dedi. Öğrendik işte sizinkileri.
Peki, benim Abhaz olduğumu nereden anladın?
Senin arabanın plakası da abz değil mi?
Tamam, Manuş Usta anlaşıldı, tamam peynir getiririmde bu şofben bozuksa çalışmıyorsa ne yapacağım?
Ne yapacaksın tamirciye götüreceksin tabi. Dedi güldü.
Manuş Ustanın dükkânını su basınca bodrumda yaşayan demirci kardeşi ölmüştü, sonra birden ailesiyle birlikte ortadan kaybolmuştu. Demek tüm olanları unutmak için buralara gelmiş. Etrafta pek insan kalmamıştı. Herkes bir şeylerle uğraşıyordu. Benimse ayağa kalkacak gücüm bile yoktu. Küçük bir tekneyle Manuş geldi. Yarı açıkgözlerim kapandı.
* * *
Kapı çaldı dondum kaldım. Zil sesinin kesilmesiyle birlikte sessizce kapıya yaklaştım. Deliğe gözümü dayamadan bakıp kim olduğunu kontrol ettim. Battal boy çöp poşetiyle dolaşan kapıcı, zile basmış, beklemeden başka daireye geçmişti. Kapıyı açıp koşarak alt kattaki daireme girdim. Kapı deliğinde bakarak bekledim tam kapıcı önümden geçerken açtım ve