Uzun göklerin altında, karanlık ve şimşekli bir gecede, küçük bir barakada
Şimşek gürültüsü, sanki o günün ne kadar bereketsiz, gaddar ve ölümcül bir tarih olduğunu dünyaya haykırmak ister gibi etrafa yayılıyordu.
Barakanın içinde dört insan vardı, birincisi yerde kanlar içinde yatan bir kadın, diğer ikisi ise orada diğer kadının başında duran başka iki insandı.
Üzerlerine giydikleri cüppeler onların cinsiyetini belirlemeyi zorlaştırıyordu. Karanlıkta zor seçilecek gözlerinin odağı tamamen yerde bulunan dördüncü kişideydi, kanlar içerisinde bir bebek.
Ağlamıyordu, gözleri kapalıydı ve dışarıdan bakacak bir kişi onun ölü olduğunu sanabilirdi. Ancak ona bakan gözler onun ölü olmadığını biliyor, az önce kesen ağlamasının ona bir hayat bahşedildiği anlamına geldiğini anlıyorlardı.
Cüppelilerden birisi konuştu;
"Onu ne yapmamız gerekiyor, annesiz bir çocuk bu dünyada nasıl yaşayabilir?"
Yaşlıca bir kadın sesiydi bu, acınası bir şekilde konuşuyor, ağzından ölüm fışkırıyordu. Ona karşılık gecikmedi;
"Birkaç ay bakımını köydekiler yapsın, bölge yetimhanesinin kayıtları başladığında onu oraya bırakalım, bu zamanda ailesi olmayan bir çocuk için olabilecek en iyi seçenek bu."
Yaşlı kadına cevap olarak çıkan bu erkek sesi ne yapmaları gerektiği noktasında bir fikir sunmuş, diğer kadının da onaylar şekilde ses çıkarmasına neden olmuştu.
İkiliden kadın olanı yere doğru eğildi, çocuğu ellerine aldı ve cüppesinden çıkardığı, kendisine yedek olarak sakladığı bir beze onu sardı. O sırada erkek olan ise kapıdan dışarıya çıkıyordu.
"Onun için birkaç kişi çağıracağım, zavallının bedeni bu şekilde kalmasın, yağmur bize engel olmadan onu gömmeliyiz, ölüyiyiciler yakında kokuyu alır."
Yaşlı kadının da diğer kişiye eşlik etmesiyle beraber evden çıktılar ve çaprazda bulunan başka bir barakaya yürüdüler. Yağmur şiddetini hiç kesmeden devam ediyor, yerler çamurlaşmış bir şekilde yürüyene zorluk çıkarıyordu.
Kadın eve girdikten sonra, elinde tuttuğu çocuğu bir kenara bıraktı ve şöminede bulunan ateşi harladı. Üstündeki demire astığı kovanın içine biraz su döktü ve ısınmasını bekledi. Suyun yeterli sıcaklığa ulaştığını düşündükten sonra onu başka bir kovaya boşalttı. Daha sonra çocuğu eline aldı ve kovaya yaklaştı. Kenardan aldığı bir bezi ıslattı ve çocuğu silmeye başladı.
"Zavallı yavrum, ailen olmadan, böyle kötü bir havada dünyaya gelmen ne kadar şanssız bir olay. Senin için kalbimin burukluğunu hissetmeni bile istemem. Umarım hayatın bugün olduğundan daha şanslı geçer."
*****
Aradan geçen bir kışlık dönemde çocuk yaşamayı öğrenmiş, hayatın tadını almaya başlamıştı.
Yaşlı kadının kucağında, ona soran gözlerle bakar bir şekilde ilerliyorlardı.
Belki de bu hayatının en önemli günlerinden birisi olacaktı, onun bile farkında olamamak ne kadar büyük acizlikti.
Yürüdüler, yürüdüler, güneş tepeye çıktı, yavaş yavaş batmaya başladı ve ancak gelecekleri yere vardılar.
Büyük bir binanın zincir kapılı bahçesinin önünde durdu kadın, kafasını kaldırdı ve binayı incelemeye başladı. İçerisinde ne kadar oda olduğu bilinmeyen binanın dış cephesini dökülmeye yaklaşmış beyaz boyalar süslüyordu. Bakımsızlıktan etrafını sarmaşıklar sarmaya başlamış, binanın görüntüsünü daha da bitap bir hale getirmişti.
Kadın boştaki eliyle zincir kapıyı itti ve konağın avlusuna giriş yaptı. Üç adım atıp merdivenleri çıktıktan sonra konağın kapısındaydı. Elini kaldırıp kapıya iki kez vurdu. Aradan birkaç su damlasının yere vuracağı kadar süre geçmemişti ki kapı hışımla açıldı. Konağın içerisindeki kişi esmere çalan teni, kapkara gözleri, büyük bir burnu ve kısa boyuyla bir kadındı.
"Neden geldiniz?" diye bir soru yöneltti.
"Köyümüzdeki ailesiz kalan bu çocuğu size bırakmak istiyorum. Lütfen onu kabul edin."
"İçeriye gelin, kayıt işlemlerini halledelim." Dedi.
Çocuğu buraya getiren kadın içerideki kadının adımlarını takip etti, içerideki başka bir odaya kadar bu şekilde yürüdüler. Kapı açıldı, ikili içeriye girdi.
İçeriye girdikleri ilk an yaşlı kadının gördüğü onu karşılayan tahta bir masa, masanın arkasında kendi yaşlarında, korkunç yüzlü, bembeyaz saçlı, sapsarı gözlü bir kadındı. Taktığı gözlükler onu daha da çirkin hale getirmiş, gözlerini daha da belirttiği için korkunç durumunu arttırmıştı.
Masanın kapı tarafında üç tane deri koltuk bulunuyordu. Kadın bunlardan masaya en yakın olanına yürüdü ve oturdu.
Müdüre olduğunu düşündüğü kadın konuşmaya başladı ;
"Nereden geliyorsunuz?"
"Aktolga Köyünden, hanımefendi."
"Bu çocuğa bir isim verdiniz mi?"
"Hayır, hanımefendi. Şimdiye kadar ona bir isim vermedik, ismine alışıp da bizi hatırlamasını istemedik."
"Anlıyorum, peki sizin isminiz nedir?"
"Bana Yaşlı Anke derler hanımefendi. Bu çocuğun komşusuydum."
****
Birkaç klasik soru daha bu laflara eşlik etti. Müdüre onaylar bir şekilde kafa salladı ve söylendi;
"Tamam, çocuk bizimle kalıyor, siz gidebilirsiniz."
Yaşlı kadın kucağındaki çocuğa acıyan gözlerle bir kere daha baktı, keşke daha uzun ömrüm olsa da seni büyütebilsem evladım, diye düşündü ve onu kapıda karşılayan esmer tenli kadına çocuğu verdi.
"Mekti, çocuğu götürebilirsin. Sizi kapıya kadar geçirelim hanımefendi."
Mekti adındaki esmer kadın çocukla beraber odadan ayrılırken, müdüre hanım da Yaşlı Anke'yi yolcu etti.
***
Mekti uzun koridor boyunca yürüdü, ayak sesleri ve bebeğin homurdanmaları hariç bir ses etrafta duyulmadı. En sonunda demir bir kapıya ulaştı, kapıya üç kere ritmik bir şekilde vurdu.
Kapı açıldı, genç bir kadın onları karşıladı. Sarı saçlarına hayat dolu mavi gözler eşlik ediyor, mutluluğunu dışarıya vuruyordu. Gözlerinin altındaki çiller genç yüzüne bir sevimlilik katıyor, küçük dudakları göze çarpıyordu. Yaşının en fazla yirmi kışlık olabileceği bu neşe dolu kadın heyecanlı bir sesle konuştu;
"Oh demek yeni çocuğumuz bu, hemen onu bana ver Mekti, sen işlerine dönebilirsin. Merak etme bu çocuğa en güzel şekilde bakacağım."
Mekti çocuğu kadına uzattı, kafasıyla onaylar şekilde bir hareket yaptı ve oradan ayrıldı.
İşte, ufak çocuğumuzun hayatı böyle başladı.
******