Bir varmış, bir yokmuş diye başlar masallar. Sonra uzaklardaki bir ülkede yüz yıllık bir uykuya dalan bir köy, biyolojik ailesinden uzun süre önce çalınan genç kızlar, fakirlikten çaresiz kalıp ellerindeki tek ineği satmaya götürürken onu sihirli fasulyelerle değiştiren genç erkekler ile tanışırız.
Bir de kötüler vardır.
Üvey kızının gençliğini ve güzelliğini kıskanan, ormanın karanlık patikasında yolunu kaybeden küçük çocukları yemeye çalışan cadılar, çaresiz insanlara kaşıkla verip kepçeyle alan anlaşmalar sunan açgözlü cin-periler...
Gözümüzü açtığımız o ilk anda başlar hayatlar. Anne rahminden çıkınca yaşamaya, büyüyünce de anlamaya başlıyoruz. Sonra bir varız, bir yokuz. Kim iyi, kim kötü? Doğru ne, yanlış ne? Belki hepsi farazi, belki de şairin dediği gibi:
Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var.
Dünya dönecek cennete insanla, inandım.Size bugün bir hikaye anlatacağım. Masal ve gerçeğin, iyiyle kötünün arasında... Yerine siz karar verin.
Hiç de uzak olmayan bir ülkede, hayatına sihirli bir değnek değmesini umutla bekleyen genç bir kız varmış. Camdan pabuçlarıyla gittiği her partide utangaç gözleriyle etrafı süzer, kendisini içinde bulunduğu tüm o sıkıntılardan kurtaracak ve gerçek aşkın öpücüğü ile dudaklarına dokunacak prensi ararmış.
Ancak öyle bir zamanmış ki Külkedisi kompleksinden muzdarip olan bu kızımızın karşısına Beyaz Atlı Prens yerine hep Peter Pan sendromlu çocuk-adamlar çıkıyormuş. Bazen de çok daha tehlikelisine, kurbağa prenslere rastlarmış. Bu sözde prenslerin amacı genelde bir şeyler çalmak olurmuş.
Bazen öpücük, bazense çok daha fazlası...
Yine bir gece -saat on ikiyi vurduğunda bozulacak bir büyüyle başlayan bir gece- camdan pabuçlarını ayağına geçirip gittiği cam tavanlı balo salonunda bir bunlardan biriyle karşılaşmış genç kız. Bu kurbağa prens, kendini beyaz atlı prens gibi göstermek için sihrini yani yalanı kullanmış.
Cam ayakkabının tekini efsunlayan kurbağa prens, ayakkabıyı kırdığında cam kırıkları kızın gözüne saplanmış ve böylece sihir etki etmeye başlamış. Öyle etkili bir sihirmiş ki bu, balkabaklarını zaman limitli at arabalarına, zehirli elmaları parlak kırmızıya çevirmiş; yamalarla dolu ruhunu ise çelik gibi sert ve güçlü göstermiş kıza.
Gözleri kamaşan zavallı kız acıyı bir süreliğine unutup büyüye kapılmış. Kurbağa prensin tatlı sözlerine kanmış ve onu asıl hikayesinin başlayacağı o karanlık ormana sürüklemesine izin vermiş. Fakat her şeyin bir zayıf yönü olduğu gibi bu büyünün de varmış. Etkisi ne kadar güçlü olursa olsun geçiciymiş. Kızın gözünden akan bir damla yaş cam kırığını yerinden çıkarmış, büyü bozulmuş.
Bir anda kendine gelen kız, kendisine söylenen tüm o yalanların ve kötü niyetli dokunuşların farkına varmış. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra ay ışığının altında karşısında duran sözde prensi gerçek anlamda görmüş ilk defa.
Varlığını sürdürmek için sağlam bir ruhun enerjisine ihtiyaç duyan o kırık dökük ruha bakarken bu defa acıma değil, tiksinme duygusunun tüm benliğini ele geçirdiğini hissetmiş. Düşünmek için kendine bir saniye bile tanımadan harekete geçmiş ve ayakkabısının tekini taşa vurup parçalamış. Sonra da cam parçasını kurbağanın tam kalbine saplamış.
Sözde prens ayaklarının dibine düşmüş. Koyu kırmızı kanın ormanın zeminine yayılmaya başlamasını ve kurbağanın kesik kesik solumasını dinlerken kılı kıpırdamamış kızın. Sükuneti kendisini de ürkütse de hemen oracıkta can çekişen kurbağadan gözlerini alamıyormuş.
"Neden yaptın bunu bana?" diye sorabilmiş en sonunda ona. "Neden kandırdın beni?"
Kurbağanın yanıtı ise şu olmuş: "Kanmazdın, kanmak istemesen. Ben senin kalbindeki en derin arzuyu bulup sana gösterdim. Sen de inanmak istedin. Hepsi gibi..."
Hepsi gibi...
Yapış yapış kanı kendi ayaklarının altında da hisseden kız, dudaklarının arasından kaçan kahkahayı duyunca irkilmiş. Bu kahkahanın kendisine ait olduğuna inanamayan genç kız, böyle bir durumda nasıl gülebildiğine hayret etmiş. Ancak kurbağanın ona daha önce verdiği kıpkırmızı elmayı çıkarıp kendi yansımasına baktığında, kendisindeki değişikliğin farkına varmış. Önüne elma konduğunda düşünmeden elini uzatan, beyaz atlı prensinin kendisini bulmasını bekleyen, ormanda kaybolmamak için ekmek kırıntılarına güvenen kız değilmiş o artık.
Gece yarısını müjdeleyen sesler gecenin içinde yankılanırken, hiç ısırık alınmamış kusursuz elmayı artık nefes almayan ve debelenmeyi bırakan prensin yanına bırakmış.
Güzel yüzüne düşen saçları geriye itip yola koyulmuş. Geride kanlı ayak izleri bırakarak kurbağanın yanından uzaklaşırken şöyle düşünmüş:
"Ben prenses değilim, cadı değilim. Cin-peri, şeytan değilim.
Ben birini öldürdüm. Bu barbarca ve korkunç olayın ardından onun can çekişmesini izlerken kahkaha attım.
18. yüzyılda çırakların ustalarına kızıp kurduğu kedi mahkemeleri gibi, ben de kurduğum sahte mahkemede kurbağaları yargıladım, idam cezası verdim.
Ben bir yalanı öldürdüm ve zerre pişman değilim.
Ama bir yalan minimum iki kişiyi yalancı yapar.
Kurbağa bana yalan söyledi, ben de kendime yalan söyledim.
Öyleyse neden ölmeyi sadece o hak etti?
Belki o uzun zamandır ölüydü. Belki de yalnızca günahkarlara özgü ruhsal ölüm onu uzun zaman önce bulmuştu."
Bu hikayede kim iyi, kim kötü? Doğru ne, yanlış ne?
Belki de şairin dizelerindeki gibi:
Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var.
Dünya dönecek cennete insanla, inandım.
-SON-
26.08.2022
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Camdan Pabuçlar ve Kurbağa Mahkemeleri (Tek Bölümlük)
Short StoryBir varmış, bir yokmuş diye başlar masallar. Size bugün bir hikaye anlatacağım. Masal ve gerçeğin, iyiyle kötünün arasında... Yerine siz karar verin.