onu yetimhaneden kurtaran sahibine âşık, zavallı ibne.
okuldaki çocuklar seokjin'i dövmeden önce böyle söylemişlerdi.
seokjin haklı olduklarını biliyordu. haklı olmalarından nefret ediyordu.
on yedinci yaşını on sekize bağlayan gece kaçmıştı neredeyse doğduğundan beri hapishanesi olan o yerden. seokjin'in dili oraya ev demeye varmıyordu, onun okuduğu kitaplardaki ev böyle bir yer değildi. evde huzur olurdu, mutluluk olurdu, hoş kıkırdamalar taşardı yemek masalarından. insan gerçekten evi, gerçekten yuvası olan yere gelince kendisini güvende hisseder; geceleri mışıl mışıl uyurdu. uzaklaştığı zaman özlerdi orayı, kıymetini o zaman anlardı.
yetimhane gördüğü ve duyduğu bu tanımlamalara uyabilecek son yer bile değildi.
seokjin kendisini bildi bileli oradan kurtulacağı günün hayalini kuruyordu.
nefret ediyordu yetimhaneden; isminden, insanın içini karartan gri duvarlarından, içindeki yetimlerden, sürekli yediği dayaklardan; müdürün ona dokunan büyük, iğrenç ellerinden.. pişirilen, insanın midesini bulandıran, herkesi zehirleyen o lanet yemeklerden; hep bağışlanan kıyafetler arasından en kötüsünün, en çirkininin seçilip seçilip üzerlerine atıldığı, iyilerinin ya idarecilerin çocuklarına verildiği ya da herhangi bir ikinci elciye satıldığı aptal çarşamba günlerinden; arada bir "bakın, ben iyi biriyim" ayağına gelip etrafı şöyle bir gezen, çocuklarla öksüz olduklarını gözlerine gözlerine sokmak ister gibi aşırı ve yapmacık konuşmalar yapan, bir sürü fotoğraf çektirip giden politikacılardan; her gece "acaba müdür bu gece de beni çağıracak mı" diye düşünmekten uyuyamayıp sabaha kadar havale geçiriyormuş gibi öylece titremekten; hepsinden nefret ediyordu.
hayatının başından beri hissettiği en yoğun duyguydu bu: nefret.
o yetimhaneden ve içindeki her şeyden nefret ediyordu.
küçükken neler yaşadığının farkında değildi. yaşamak böyle bir şey sanıyordu, dünya böyle bir yer sanıyordu. yıllar geçince, bir-iki televizyon programı izleyince ve aile temalı kitaplar okuyunca yavaş yavaş anlamıştı neyin ne olduğunu. her hafta yaptıkları toplantılarda müdür onlara "biz bir aileyiz" diyordu ancak bu ortam aile olabilecek en son yerdi, seokjin artık biliyordu.
yine de bilmek onun acısını hafifletmek yerine katlanarak artmasına sebep oldu. her gün biraz daha fazla canına tak ediyordu, işin kötüsü kaçamazdı da çünkü bu bir devlet yurduydu ve eninde sonunda birileri onu yakalayıp cehennemine geri sürüklerdi. seokjin eğer yakalanırsa her şeyin önceden olduğundan daha da kötü olacağının bilincindeydi; bu yüzden buna da yeltenememiş, her gece yıldızlara bakmaktan ve ağlayarak dua etmekten başka bir şey yapamamıştı.
gepetto usta pinokyo'nun canlanması için bir yıldıza yalvardığında o yıldızdan bir peri gelmiş ve pinokyo'yu canlı bir kukla yapmıştı; kim bilir, belki de aynı peri başka bir gün gelir ve seokjin'i kurtarırdı?
seokjin aradan geçen birkaç yıl içinde işlerin pek de böyle yürümediğini anladı, yine de yıldızlara bakmaktan vazgeçmedi. neredeyse hiç arkadaşı yoktu, zaten yarım yamalak eğitim verilmiş ve sanki onlardan hiçbir bok olmayacağı garantiymiş gibi kenara atılmışlardı bu yüzden tüm gün tek yapabildiği belki de yirminci kez bir kitabı başından sonuna kadar okumak ya da onlara verilen "ev işleri"ni yapmaktı. bundan arta kalan zamanda ise yalnızca uyuyordu. uyusa da uyumasa da geceleri aynı (korkudan uyuyamamak) olacağı için en azından gündüzleri uyumayı tercih etmişti, müdür ona gündüzleri dokunamazdı. bu yüzden alışmıştı yıldızlara bakmaya çünkü geceleri ışığı açamadığı için kitap da okuyamazdı; yalnızca yıldızları seyreder ve bambaşka hayatlar, bambaşka güzel hayatlar yaşadığı hayallere dalardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hyung! taejin
Fanfictionevden kasıt taehyung'un dairesi değildi. ev, taehyung'un ta kendisiydi. bunca zamandır evi olan yıldızlar şimdi gökyüzünden taehyung'un gözlerindeki ışıltılara, vücudundaki kusursuz benlere inmişti. seokjin hayal edebileceklerinden çok daha fazlasın...