Hani bazı çiçekler vardır... Sanarsın, hep tomurcuk kalacaklar (öylesine uzun sürmüştür ki gelişmeleri, serpilmeleri, olgunlaşmaları); oysa, gün gelir, inanamadığın bir hızla, pırıl pırıl açıverirler ya, işte öyle: birdenbire geliverir yaşamının anlamı.
-Oruç Aruoba
19 Ekim, 1928
(Painswick Hristiyan Okulu, İngiltere.)"Ona dair pek çok şey bildiğimi, onu adım gibi tanıdığımı sanırdım. Bana yaşamı vadedenin o olduğunu, göğsümün soluna çarpanın beni yaşatmak uğruna değil, onu sevmek uğruna var olduğunu zannederdim. Oysa bir zeytin ağacının dibine döktüğü gözyaşlarından başka hiçbir şeyini de görmemiştim, öyle..."
Bu senenin sonbaharı, önceki senelere göre daha sert geçiyor; ardında saklanan kışın çetinliğini şimdiden tattırıyordu. Artık hasret kaldığım güneş bir an olsun gri bulutların arasından sıyrılıp kendini gösteremiyor, o gri bulutlarsa bir türlü yağmur damlalarını ellerinde tutamıyordu. Toprak bir türlü kuru kalamıyor, o toprağa bağlı ağaçlar her dakika bir yaprağına daha veda ediyordu. Çetin rüzgârlar önce ağaçlara değiyor; ardından açık pencerelerden sınıfların içerisine dolup bu sefer yaprakları değil, kâğıtları uçuşturuyordu.
Bakışlarımı pencereden çekip o uçuşan kâğıtları sıralarında tutmaya çalışan çocuklara baktığım her an ise benim içimde kasvetli bir sonbahar baş gösteriveriyordu. Yalnızca benim bulutlarım damlalarını tutmasını, güneşimse bulutların arasından sıyrılmayı biliyordu. Rüzgârlarım dışarı değil içime esmesini, ağacıma son bir umutla tutunmuş yapraklarımı koparıp alırken gövdesine hüznümü kazımayı biliyordu.
Ve o uçuşan kâğıtları sıralarında tutmaya çalışan çocukların tedirgin ve hüzünlü gözleriyle gözlerim her buluştuğunda, kıyamet gibi geçsin istiyordum bu sonbahar. Hatta öyle ki, kıyamet kopsun istiyordum bu kış. Zaman akmayı bıraksın, dünya dönmekten vazgeçsin, yaşam bitiversin istiyordum. Zira senelerdir öğretmenleri ve belletmenleri olduğum yüzlerce çocuğun bomba sesleriyle uyuyacakları, kâbuslarla uyanacakları, gazetelerde savaştan bağımsız hiçbir başlık bulamayacakları, kiliseye her gittiklerinde babalarını ve ağabeylerini canlı görmek için dua edecekleri tek bir yıl daha geçirmelerini istemiyordum.
Her geçen gün onlarla ders işlemek, onlarla konuşmak, onları dinlemek, onlara bakmak benim için daha da zorlaşıyordu.
"Bitti Bay Hwang."
Steven'ın cümlesini duyduğumda parmağımı hikâyenin yer aldığı sayfanın arasında bırakarak kitabı kapattım ve kucağıma koydum. Kalçamı arkamdaki öğretmen masasına yasladım, sınıf aniden sessizleşmişti.
Bakışlarımı sözcüklerden ayırarak beni izleyen gözlere çevirdim, hangi sorunun geleceğini bildikleri için bakışlarına yerleştirdikleri o muzipliğe ben de gözlerimi kısarak baktım. "Evet," dedim gülümseyerek. "Hepiniz Steven'ı dinlediğinize göre bana hikâyede vurgulanan kavramı söyleyebilir misiniz?"
Sınıftakilerin gülmesiyle birlikte ben de başımı eğerek güldüm ve cıkladım. "Lütfen."
"Vazgeçmek olabilir mi?"
"Doğru, vazgeçmek." dedim kitabı masaya bırakırken. "Okuduğunuz öyküde vazgeçmenin gerekli bir eylem olduğu, insanın yaşamına devam etmesi için daima bir şeylerden vazgeçmek zorunda olduğu vurgulanıyor. Bunun yanı sıra, öykünün ana karakteri olan Damien de yaşadığı her şeyin sonunda, vazgeçmenin insanı özgürleştirdiği kanısına varıyor. Damien'e katılıyor musunuz?"
Sorduğum soru sınıftaki herkesin kulağına değip geçse de hiçbir ilgi göremedi, yalnızca duvarda asılı olan saatin tiktakları geniş sınıfa yayıldı durdu. Hep birlikte rüzgârın kitap sayfalarını çevirişini dinledik, sessizliğin misafirliği birkaç dakika sürdü.
