1.Yaprak'ın Kilidi
Rivelya'nın doğusunda bulunan, esrarlı ve esrarengiz bir kasabada şehrin sakinleri tam üç gündür uğulduyordu. Şehir dumanlarından ve dumanların iki adım ötesini göstermeyişinden olsa gerek "esrar-engiz" şehrin yabacıları tarafından verilen lakabıyla anılıyordu. Şehir merkeziyle bir, açıklara doğru tehlikeli kayalar vardı. Bu dünyanın dokuzuncu harikası olarak rekorlar kitabına bile girmişti. Esrarlı Kayalar denilen bu kayalarda oturanların başına türlü türlü musibetler geleceği şeklinde bir halk inanışı vardı. Efsaneye göre çok eski zamanlarda yaşayan zamane gençleri Soğuk bir taş, o bir harika ve oturursan son oturuşun olur. Buna inanmayan modern birkaç genç vardı ve inanan insanlar için bu kişiler lanetlenmek için kuduruyorlardı. Böylesine harika ve gizli özellikleri olan şehrin hava durumu neredeyse her zaman aynıydı. Mesela kimse güneşin çıkmasını beklemezdi, yağmur yağarsa sürpriz, kar yağarsa uğursuzluğun işareti sayılırdı. Bu şehirde pustan, tipiden ve dumanların insanı esrarlaştırdığı sisten başka hava olayı görülmez! Sırf bu yüzden üç ayda bir hava durumu gazetelere düşerdi, panik ataklı bireyler hariç kimse havayı merak etmezdi. Ölü bir şehirdi, ruhlar oradan oraya savruluyordu büklüm büklüm. Kimse kimseye dokunmadan, tutunmadan bir dans gösterisi sergiliyordu. Müziklerde söz yoktu, bu sözsüz melodiler esrar-engizlileri hem kavuruyor hem savuruyordu. Bir mum gibi hem yakıcıydı hem de titrekti.Bu esrar-engiz sessiz uğultuları olan ve esrarengiz olayları kolayca saklanabilen şehirde üç gündür akıllarda tek bir olay dönüyordu: Elay Hanım kim tarafından ve neden öldürüldü? Bu akla sığdırılmaz, sığsa çözülemez ölüm şehir sakinlerinin sakinliklerinden ayrılmasına neden oluyordu. Aslında böylesine gizemli bir şehirde neden diye bir sorunun olması gülünç geliyordu. Bu şehirde kimse kimseye tutunamaz, tutunsa tırnaklarını kırar. Böylesi ayrık toplumlu bir şehirde asıl sorulması gereken soru kim sorusu olmalıydı. Şehrin bazı yerlileri Elay Hanım'ın duru güzelliğinin akıllara zarar ve erkeklerin peşini bırakmadığına yoruyordu. Elay Hanım standartların üstünde bir güzelliği olduğundan dolayı birkaç güzellik yarışmasında çeşitli unvanlarıyla anılır ve tanınırdı. Belki de güzelliği onun sonu olmuştu. Şehrin kuzey kısmındaki göçmenler ise diğerlerinin fikirlerine tamamen zıttı. Elay Hanım'ın bu esrar-engiz şehirde esrarengiz hayranlarının olduğunu ve saplantılı bir hayran tarafından kaçırıldığına inanıyorlardı. Öyle ya da böyle o yankılı kayalar puslu havası ve gece gündüz soğukluğuyla ve yarasaların etrafta dolanmalarıyla tüyler ürpertici bir yerdi. Her iki esrar da kulağa yatıyor gibiydi fakat olayın aslını, iç portresini kimse bilemiyordu. 19 Kasım'da, yani Elay Hanım'ın öldürülmesinden tam bir gün sonra, Kıraç Bey'in ölümü de herkeste bir tedirginlik yarattı. Bu yıllardır entrikasız, sessiz şehrin ardı ardına gelen şüpheli ölümleri şehirde uğultulu yankılara neden olmuştu. Ölüm herkese münasip bir durumdu aslında fakat bazılarına namüsait bir vakitte gelince diri sürüye zarar verebiliyordu. Her koyun kendi bacağından asılırdı lakin daha asılmadan biri önce davranıp toplu katledebilirdi. İşe bu yüzden şehrin kimsessizliği, kim seslendiye dönmüştü. Ürkütücü, titretici ve delirticiydi. Ben ne olacağım şeklinde dedirticiydi, artık herkes konuşuyor herkes ölüm döşeğine önceden yatıyordu. Her gece ölmeye yatıyorlardı, yastıklarının altında türlü kesici aletler bulunduruyorlardı, bu ölüm tatbikatı her gece uyumadan önce yapılıyordu. Artık kimsenin garantisi yoktu. Mesela bahçelerde çeşitli korkuluklar türemişti. Birbirinden farklı, fakat özünde aynı olan bir sürü korkuluk. Ürkütücü, titretici ve delirtici.Kimsenin korkuluktan korktuğu yoktu fakat ellerinde korkularının resmini çizmekten başka çareleri de yoktu. Bazen de korku çaresizliktir. Korku yalnız bir duygu değildir, bazen de tetikleyici ve harekete geçirici bir maddedir. O sana geldiğinde seni kukla gibi oynatır, bedenine o hükmeder ve sen sadece oynarsın. Korku sana geldiğinde aklını oynatırsın çünkü beynine hüküm giydirir. Bu yüzden de aslında korktuğumuzda yaptığımız şeyler normale döndüğümüzde gülünç gelir. Şehirde süt çocuğu, uysal delikanlılar dahi yankesicilik yapmaya başlamışlardı. Herkes birbirinden duyduğu kelimeleri çeşitli anlamlara yormaya çalışıyordu. Birisi gülerek bile "Harbi beni delirtti çavuş, bir ara göstereceğin ona." Tarzında lakırdılar edince küçük topluluklar halinde yakasına yapışabiliyorlardı. Delikanlıların bu şehirde deli kanlarının akmasını sağlayan bu bahsettiğimiz son zamandaki olan esrarengiz olaydan kaynaklanıyordu. Ve esrar-engizliler buna bir dur demeye and içmişlerdi. Korkunun yanında getirdiği deli cesareti onlara her şeyi yaptırabilirdi. Bir de şehrin sakinlerinin çoğunluğundan ayrı olarak bir kenarda olanları izleyen ve yerlilerin onlara ödlek diye hitap ettiği birkaç insan vardı. Bu insanlar onlara göre katil zanlısı olarak güçlü örnek teşkil ediyorlardı ve nerede onlardan bir tanesine karşılaşsalar birkaç çelme takar, tehdit ederlerdi. "Ödlek" kişiler ise onlara tahmin edilebileceği üzere hiçbir şey diyemez, haklarına düşeni çekerlerdi. Onlar darağacına kendileri çıkar ve aslında cezalarını korkaklıklarından yerlerdi. Korku bir tetikleyiciydi ve bu tarz insanlara korku fazla geliyordu, onun altında eziliyorlardı. Kutsar Bey de bu kişilerden biri sayılırdı. Bakışlarında hep bir şüphe saklı, korkusu yüzünde bir ayna gibi yansırdı. Tek işi yazılı tercümanlık yapmak olan bu adamın her anısı muamma idi. Yalnız siyahlara bürünmüş modern giyiminin ardında da bir sır tutar gibiydi. Sanki karanlık bir dağın arkasında bir şeyler görmüş de susturulmuş bir hali vardı ve o karanlık korku her zaman üzerindeydi. Ne bir hasımı ne de dostu yoku. Doğru dürüst evinden çıkmaz, eğlenmez ve kimseyle konuşmazdı. Tahminen on yaşlarından itibaren, bilinçli olarak konuşmamaya yemin etmiş bu adam yaklaşık on on beş yaşlarından itibaren kimseyle sesli iletişim kurmuyordu. Esrar-engizli oluşundan doğan bu tutunamayış ondan insanlarla olan iletişimine mal olmuştu. Bakkaldan bir şey almak için bile konuşamayan bu adam alacaklarını ya kâğıda yazar ya da telefonuna yazarak alabilirdi. Tanıdığı üç beş kişiye bile selam vermez, herkesi görmezden gelirdi. Hemen hemen yirmilerinin sonunda olan bu ağırbaşlı, suskun adam artık bakkala çıkmaya bile korkar olmuştu. Her şeyden ötesi konuşamıyordu. Yankesicilere verecek cevabı yalnız bakışlarındaki korkaklıkta saklıydı. Gözlerindeki müebbet hüzün görenin tüylerini diken diken edecek kadar etkileyiciydi. Bu adam hem esrarlı hem de engin denizlerdeki şişeler kadar gizemliydi. Şişenin içindeki o gizli kâğıdı okumak epey zorlayıcı bir işti ve herkese malum olmazdı. Şişe kırılacak raddeye gelene dek içindeki sır asla açığa çıkamazdı. Kutsar Bey o sırın kendisiydi ve işte bu yüzden esrarlıydı. Bahçesinde korkuluğu yoktu fakat içinde yatan korkuluk onu korkutmaya yetiyordu. Tetikleyici, harekete geçirici ve tepki verici olan korku Kutsar Bey'in içinde ruhunu dürtüp duruyordu hep. O sabah yine korkusunun iteklemesiyle, büyük bir kalp çarpıntısı ile zorlanarak büyük bir korkuyla sokağa çıktı, önceden hazırladığı alışveriş listesiyle birkaç ihtiyacını giderdi. Ondan birkaç saat sonra şehrin puslu havasında, iki yüze çıkan hızlı nabzıyla haftalık görevlerini almaya, yayınevine gitti. Kutsar Bey'in konuşamayışından doğan kibri ile yönetici Umay Hanım Kutsar Bey'i her görüşünde homurdanırdı. Kendince büyük sabırla talimat kağıtlarını ona yazdırır ve adamın suskunluğundan selam anlamında baş hareketine her zaman tepkisiz bakardı. O gün yine geldiğinde bu kısır döngü tekrarlanmıştı. Kutsar Bey'in kağıdında yazan "Haftalık görev talimatlarımı almak için geldim." yazısını okuyup büyük bir iç geçirmişti. Koskoca bir adam böylesine basit bir cümleyi bile nasıl söyleyemezdi? Yöneticinin kişiliğinden akan empatisizlik asla saklanılamazdı, yüzünde hemen patlayıverirdi. Konuşursan yargılanırsın, söylediklerinle ve belki daha fazlasıyla konuşulursun. Aksine konuşmazsan da deliliğinle insanları korkutur, türlü gıybetlerine karşı sabır dilenirsin. Sonuç olarak ikisi de aynı kapıya çıkar, ya konuşarak konuşulursun ya da konuşmayarak. Konuşamayan bir birey kendisini nasıl savunabilirdi? İlk olarak ağlayabilirdi çünkü insanlar ne olursa olsun içlerindeki vicdan yoksunluğuna rağmen o vicdan yokluğunu hissettirmek istemez, taklit yoluyla gözyaşlarına dayanamıyormuş gibi yaparlardı. Bir peçete, bir "her şey yoluna girecek." Tarzı işe yaramaz motivasyon konuşması ve işte düzeldin! Konuşmalısın Kutsar Bey, herkese gülüp arkalarından yardırmalısın! Lakin Kutsar Bey konuşan hiç kimseyle bağ kuramazdı. Onun sevgisi hayvanlarına ve işineydi. Gördüğünüz gibi elbette bu iki şey de konuşamıyordu. Kutsar Bey de çok uzun bir süre konuşamıyordu, konuşamayacaktı. İçine dönük resmi görünen bu portrenin dışarıya ilanını asması kolay olmayacaktı. Direksiyonu bir zamandan sonra arka koltuğa atıp kelle koltukta sürmeye karar vermişti. Çünkü direksiyon bizde olsa da yollar zaten engebeliydi. Sonuç ne olursa olsun bizi yollar istediği yere sürüyordu. Bir zaman sonra da direksiyonun bir özgürlük olmadığını anlıyordunuz, ses etmiyordunuz fakat içten içe her engebeyi ezeceğinizi umuyordunuz. Öyle bir çözüm yoktu fakat, bazen sağa çekip yolları dinlemeniz gerekir. Çarpışan arabaların, takılmayan emniyet kemerlerinin, yolların kurduğu tuzakları sinema gibi izlemeniz gerekir. O araba frenlerinin son anda işe yaramayacak dahi olsa çıkardıkları sesleri kulaklarınıza kazımalısınız. Ölüme beş kala intihardan geri dönmek gibi yollar ve arabalar. Yolları arayanlarla birlikte yolda kalanlar kesinlikle yoldan çıkamayacaklar. Kutsar Bey sağa çekip her şeyi izlemişti. Sonrasında ani bir kararla direksiyonu arka koltuğa fırlatıp sürmeye devam etmişti. Konuşmak ve araba sürmek özgürlük demek değildi aksine bir sıradan zindan cezasıydı. Herkes kendi zindanında oyuncaktan bir direksiyonla kendini şah zannediyordu. Ve kimse bilmese de bu fırtınanın sürekliliğini sağlıyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Esrarengizli Kutsar Bey
Mystery / ThrillerMasumum diyemedi çünkü masum değildi. Ben bir şey bilmiyorum da diyemezdi çünkü adı gibi biliyordu. Göründüğü gibi değil de diyemedi çünkü konuşamazdı. Konuşamayan bir suçsuz, suçsuzluğunu nasıl ispatlayabilirdi? Bu seferki sessizliği ise gerçekten...