while i breathe, i hope.

431 35 13
                                    

"Karina..?"

İsmimi tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir sesten duymanın verdiği hisle gözlerimi alışveriş listemden çektim. Boynumun üzerinden arkama baktığımda gördüğüm yüz gözlerimi gördüklerimin gerçek olup olmadığını anlamak adına birkaç kez kırpıştırmama sebep olmuştu.

Ne kadar denersem deneyeyim ortadan kaybolmuyordu.

Gerçekti.

"Martin?" Ona doğru bir adım attım pek de ne yaptığımın farkında olmadan. Burada ne işi vardı, geri mi dönmüştü? Sadece tatil yapmaya gelmiş de olabilir, şapşal. Bildiğim kadarıyla Norveç'te sezon bitmişti ama İngiltere'den haberim yoktu. "Kusura bakma, seni görmeyi beklemiyordum." Karnımdaki kasılmaları görmezden gelmeye çalışıp yüzüme küçük bir gülümseme kondurdum. Umarım şu an sosyopat gibi görünmüyorumdur.

"Ben de," dedi. Eli ensesine gitmişti bu sırada. Elindeki sepeti bırakmadan aramızdaki mesafeyi azalttı, yine de beni rahatsız etmemek adına biraz boşluk bırakmıştı. Halen kibar biriydi, anlayacağınız. "Nasılsın?"

"Gördüğün gibiyim," diye yanıtladım sorusunu omuz silkerek. Onun aksine buradaki bizlerin sakin hayatlar yaşıyorduk. Haberler daha çok ondaydı, diyebilirdim.

"Okul tatil sanırım... Burada olduğuna göre yani."

Başımla onayladım. "Öyle. Güz dönemine kadar evimdeyim." Bunu söylemek içimi rahatlattığından derin bir nefes aldım. Burada, ailem ve arkadaşlarımla olmayı seviyordum. Oslo'da renkli ve eğlenceli bir hayatım vardı, bundan asla şikayetçi olamazdım çünkü yıllardır verdiğim emeğin karşılığı olarak hem saygın bir okulda okuyor, hem de dilediğimce eğlenebiliyordum. Yine de tek başınızayken şehir hayatı çok farklıydı, üniversite sayesinde edindiğim arkadaşlarıma hiçbir zaman ailem ve buradaki dostlarım kadar güvenemeyeceğimi de bildiğimden... Arada bir hissettiğim yalnızlığa engel olamıyordum. Benim için ara ara Drammen'e gelmek, yorucu yetişkin hayatıma küçük molalar vermek gibiydi. "Sen?"

"Sezon arası." Gülerek saçlarını karıştırdı. Doğru bilmişim. "Bir buçuk ay kadar tatilim var, sonra kampa giriyoruz."

Dudaklarımı anladım, dercesine birbirine bastırdım ve karşılaştığımızdan beri ilk kez ona dikkatli baktım. Büyümüştü. Büyümek doğru kelime miydi bilmiyordum gerçi... Eski utangaç duruşunun yerini özgüvenli bir tavır almıştı, gözleri eskisinden biraz daha az parlak bakıyordu ama yine de güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.

Ah.

Halen böyle düşünüyor olmam... Biraz ezik işiydi. Onu görmek bir yıl önceki duygularımın yerinden bir milim dahi oynamadığını fark etmeme sebep olmuştu ama bunun için kendime kızamazdım. Kolay seven ya da vazgeçen biri olmamıştım hiçbir zaman. Martin'in kalbime yerleşmesi üç yılımı almıştı, onu bundan daha kısa sürede unutabileceğimi sanmıyordum.

Onun bana hissettirdiklerini başka birisi hissettirene kadar unutamazdım muhtemelen. Eğer böyle bir şey mümkünse tabii.

"O zaman... Hoş geldin." Sertçe yutkundum. Basit cümleleri kurmak neden bu kadar zordu? Göz temasını kestiğimde alt dudağını dişlerinin arasına aldı. "Sarılmayacak mıyız?" diye sordu kollarını iki yana açarken. Bir süre öylece ona baktım.

Sarılmalı mıyız?

Hiçbir şey olmamış gibi mi davranacağız?

Ona olan hislerimden bahsettiğim onlarca mektubu görmezden geliyor oluşu biraz... Gururumu kırmıştı. Elbette bana karşılık vermek zorunda değildi ama yok saymak da biraz acımasızca değil miydi? Üstelik aradan hiç zaman geçmemişçesine yakın davranıyordu.

a movie i've seen before | martin ødegaardHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin