"Mektupları buldum."
Nefes nefese haline tezat sakin bir tonlamayla söylediği cümle kulaklarımda yankılanırken, ciddiyetini ölçmek amacıyla gözlerine baktım. Buldum derken? Eline yeni mi ulaşmıştı? Yoksa bir ara okurum, diye düşünüp unutmuş muydu?
Sertçe yutkundum. Tam şu anda bana bir açıklama yapması gerekiyordu.
"İçeri davet etmeyecek misin?" diye sordu. Simasını silik bir tebessüm süslüyordu o sırada. Güzel. Ona dair her şeyi güzel bulma huyumu törpülemeliydim, sanıyordum.
"P-pardon ben, afalladım da..." Kenara çekilerek ona yer açtığımda önemli değil, dercesine başını salladı ve ayakkabılarını çıkarıp içeri adımladı. Evin kurallarını halen biliyor. Özellikle son dönemde evde ayakkabıyla gezmek trend haline gelse de annem bu konuda büyük bir hassasiyete sahipti. Bunu hatırlamasını beklemiyordum doğrusu, beni şaşırtmıştı. Olumlu anlamda.
Beni beklemeden salona yöneldi, ne de olsa yolu biliyordu. Bense bir yandan küçük adımlarla onu takip ediyor, bir yandan sırtını izliyordum.
Az önce oturduğum yere yerleşirken sehpadakilere kaçamak bir bakış atmayı ihmal etmemişti. Annemin yemeklerini severdi. Ona ders çalıştırmak için buluştuğumuzda bilerek anlamıyormuş gibi yaptığı olurdu, bayat numarasını yemesem de evimde daha fazla kalması işime geldiğinden ayak uydururdum.
Üzgünüm, yemekleri ben yaptım.
Arkasına yaslanıp derin bir nefes aldı. Bakışları bana döndüğünde elimi saçlarıma geçirdim. "Bir şey içer misin?" Evinden buraya kadar koştuğuna göre susamış olmalıydı.
"Su fena olmazdı."
Birkaç saniye içinde bir bardak suyu kapmış, salona dönmüştüm. Elimdekini ona doğru uzattım, bardağı kavramaya yeltenmesiyle tenlerimizin çarpışması bir olmuştu.
Elektrik çarpmıştı sanki.
Oldukça sesli bir biçimde boğazımı temizledim, o da suyundan birkaç yudum almıştı bu sırada.
"Anlatmayacak mısın?" diye sordum dayanamayarak. Merak ediyordum. Tam umudumu kesmişken kapıma dayanıp bir kıvılcım yakmıştı. Bu beni ısıtacak mıydı, yoksa cayır cayır yanacak mıydım bilmiyordum ve bu beni deli ediyordu.
"Oturmayacak mısın?" Kaşlarını çattı.
Ah.
Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra çaprazında kalan tekli koltuğa yerleştim. Yanına neden oturmadığımı sorgulasa da, bunu bakışlarından anlayabilmiştim, bir şey demedi.
"Annem..." Bakışları kucağında duran ellerine inmişti. "Mektupları eve dönünce okuyabilmem için saklamış."
Bir dakika. "Yani bunca zaman-"
"Mektupların elime ulaşmıyordu. Yani annem teslim almış ama açmamış." Derin bir iç çekti ve cesaretini toplamayı başardığında gözlerime baktı. "Sezon arası birkaç kez ziyaret ettim ama hepsi bir ya da iki gün sürdü, bana söyleyecek boşluk bulamamış."
"Anladım."
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Bas bas bağırmak, çığlıklar atmak, kahkahalarla gülmek falan istiyordum ama üzerimdeki bakışları kaskatı kesilmeme sebep olmuştu.
"Son cümleni okumayı bitirir bitirmez buraya geldim." Sesi kısılmıştı cümlenin sonuna doğru. Ne diyeceğini bilemiyor gibiydi.
"Martin..." Ne diyeceğini tahmin ediyordum ve açıkçası duymak istediğimden emin değildim. Söylemesine gerek yoktu. "Bir şey demek zorunda değilsin. Bir beklentim yok."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
a movie i've seen before | martin ødegaard
Fanfiction"Ceketini kafalarımıza siper ederek yağmurdan kaçtığımız o gün, daha önce izlediğim bir filmin ilk sahnelerinde gibi hissetmiştim." martin ødegaard three shots