“vedaların en büyüğünü içimde bir yerlerde,
ardında bıraktığın yara izlerime armağan ettim.”“Hatırlıyor musun küçükken hep şekilsiz bulutlara birer kılıf giydirir, sonra da bir diğerimiz bu kılıfa aynı gözle bakana kadar didinirdik?” dedi kısa bir iç çekişle.
-“Ben bilmiyorum buluta nasıl kılıf giydirilir.”
-“Nasıl yani? Hiç bir bulutu ördeğe, ata yahut da bir elmaya benzettiğin olmadı mı?”
-“Hayır, ben gökyüzüne sadece acılarımın sesini kesebilmek için bakardım.” diye mırıldandığımda gözlerime bir sessizlik çöktü, hissettim bunu. Çünkü beni tanıyan herkes ağzımı bıçak açmasa da gözlerimin birer geveze olduğunu söyler dururdu. O da bunu anlamıştı ki şakayla karışık bir biçimde, “Amaçlar farklı olsa da en başından beri sonuçta aynı gökyüzüne bakıyoruz, değil mi? Bunu da ortak yönlerimize ekleyebiliriz bence.” dediğinde içim biraz daha rahatlamıştı. Her an durmaksızın süren iç hesaplaşmalarım onun bu sözleri karşısında direnememiş, kendiliğinden dinmişti. Onunla anlaşmak çok kolaydı. Belki ona birlikte zaman geçirirken en karamsar saatlerini yaşatıyordum ama o yine de ne yapıp edip her birinin üstesinden rahatlıkla geliyordu. Ya da bana öyle geliyordu, bilemiyorum. Dışarıdan öyle güçlü, yıkılmaz, sarsılmaz duruyordu ki hayran olmamak elde değildi. O, günlük her zamanki işlerini yaparken onu izlemek paha biçilemez bir şeydi. Bazen yüzüne bakar, içindeki küçük çocuğun savunmasız saçma hallerini hatırlardım. Anı dahi olsa o küçüğü incitmek şöyle dursun düşüncesinden bile kaçardım. Hatıralarımda bile kıyamazdım ona. Gülerken kısılan gözlerinin görüntüsü gitmez bir kere gözümün önünden. Bilinçaltımda sahnelenen oyunların en güzel perdesi hep ona aitti. Bunları düşünürken ben, o çoktan şömineyi yakıp karşısına oturmuştu. Odunların o çıtırdayarak inceden nağmelenen seslerine şimdi bir şiirden hallice sesi eşlik ediyordu.
-“Çay, kahve?”
-“Dışarıda yağan şu kasım yağmuruna ithafen bir acı kahvenizi alırım.”
-“Başka ne arzu edersiniz hanımefendi?”
-“Bana kitap okur musunuz beyefendi?” diyerek eşlik ettim onun bu küçük sataşmasına.”
-“Ben kahveleri getirene kadar kitap seçmek de size kaldı öyleyse.”
“”Memnuniyetle.” Ağzımdan mı kaçırdım yoksa fısıldayarak mı söyledim anlayamadım. Sadece o yine gözlerini kısarak güldü…Kitaplığında pek çok eski tanıdık vardı. Romeo ve Juliet’i aldım elime anlık gelişen bir içgüdüyle. “Sanırım biraz ezilmek istiyor kalbim.” diye düşünürken:
-“Ah, Romeo, Romeo!
Neden Romeo'sun sen?
İnkar et babanı, adını yadsı!
Yapamazsan, yemin et sevdiğine,
Vazgeçeyim Capulet olmaktan ben.” dedi ve sorgulama edasıyla ekledi, “Yoksa sen de mi Romeocusun?”
-“Ah, uzaktan nazik görünen aşk
Nasıl da acımasız ve kaba denendiğinde!” güldüm ve, “Hayır, Benvolio’ yu oldum olası daha çok sevmişimdir.” diye de ekledim. Gülümseyerek şöminenin hemen yanındaki minderleri işaret ederek oturmamı söyledi. Kahvelerimizi de hemen yanı başımızdaki meşeden yapılmış koyu ahşap rengindeki sehpaya koydu. Kitabı almak için davrandığını anladığımda uzatıp, “Merakla başlamanızı bekliyorum.” diyerek heyecanımı bastırmaya çalışsam da en ufak gerginliğimde titremeye başlayan ellerim ve sesim beni ele veriyordu. Bana ilk kez kitap okuduğundan değil, sadece onun bana kitap okuyacak olması beni her defasında heyecanlandırıyordu. Okumaya başladıktan belki bir saat sonra kapı çaldı, birbirimize yönelttiğimiz şaşkın bakışlardan anladığımız kadarıyla ikimiz de kimseyi beklemiyorduk. Ben ayağa kalkmak için davrandığımda, “Dur, ben bakarım.” dedi. Onun kapıya gidişini izlerken kapının çalınış hızı da beraberinde artmıştı. “Kim o?” diye seslendiğimde, “Hiç, hiç kimse.” duraksayarak ve elindeki siyah bir zarfa bakarak kurmuştu bu cümleyi.
-“Elindeki ne?”
-“Bilmiyorum, kapıyı açtığımda paspasın kenarındaydı.”
-“Arkasında bir şey yazıyor sanırım.” Zarfın arkasını çevirip yazıyı gördüğünde yutkunamadı. Ben ise onu ilk kez böyle gördüğümden ne yapacağımı bilemeyerek endişeli bir şekilde konuşmasını bekledim. İnce ve narin bir sesle:
-“Ömür’e…” dedi. Çekinerek, “Kim ki acaba?” dediğimde “Bilmiyorum” dercesine başını sallamakla yetindi. Birkaç dakika şöminede yanan odunların sesinin karıştığı bu sessizliği zarfı açmaya çalışarak bozdu. Tek hareketiyle açabileceği bu zarfı belki 20 kere elinde çevirip durmuştu sadece. Bir sorun var gibiydi, yüz çizgileri gerilmişti, şöminedeki ateşin ışığı yüzüne yansıdığı anlarda daha da korkunç bir ifadeye bürünüyordu yüzü. Çatık kara kaşları, gerilmekten nerdeyse tam bir elma gibi görünen elmacık kemikleri, burnundan solarken geriden gelen o hırıltılı sesi… hepsi bir araya geldiğinde daha önce bu yönüne hiç tanık olmadığımı anladım. Sadece hareketlerini izleyip kendi içimde onu tahlil etmeye çalışıyordum. Çıt bile çıkarmadan sadece onu anlamak istiyordum. Anlık bir hareketle zarfı açıp içindeki notu çıkardı, bir ince mırıltı duydum ağzından çıkan:
“Yarın akşam saat 18.30’da 10 .Cadde’nin köşesindeki kafede bekliyor olacağım, yalnız gel.”
-“Kim olduğuna dair bir fikrin var mı?” dedim merakıma yenik düşerek.
-“Sadece biri var ama onun için öldü demişlerdi. O yüzden o olamaz. Başka da kimse gelmiyor aklıma.”
-“Gidecek misin peki? İstersen senden önce gider kafede beklerim. Şüphe de duymaz her kimse.”
-“Gelir misin gerçekten? Kar gelecek diyorlar, hava da soğuk…Hem sen çabuk üşür, çabuk hasta olursun. Bunu göze alır mısın gerçekten?” Onu tanıdığım ilk andan beri hala değişmeyen tek huyuydu bu: Karşısında ne olursa olsun sorgulardı. Ben de kafasındaki soru işaretlerini elimden geldiğince eksiltmeye çalışırdım. Ama bu sefer soru işaretlerinin eksiltilmesinden ziyade desteğe ihtiyacı vardı. Bunu gözlerinde görebiliyordum.
-“ Bazen gerçekten beni hiç tanımıyormuşsun gibi konuşuyorsun. Şunu unutma; nerede olursak olalım, hangi zaman diliminde olursak olalım senin yanında olacağım ve bunun için başka biri olmana gerek yok.”
-“Ben de seni seviyorum.” dedi ve gülümsedi. “Evet, evet yanlış duymadım beni sevdiğini söyledi. Ama hayır bu sefer şakadan değil, içinden gelerek söyledi. Gerçekten sevdiğini söyledi.” Ben bunları aklımdan geçirip de tebessümümü gizlemek için didinirken biraz önce benim ona yaptığım gibi o da beni anlamaya çalışıyordu. Daha fazla dayanamadan:
-“Ne yapıyorsun?”
-“Ödeşiyoruz, aramızdaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması gerekiyordu.”
-“Deliliğin de bir sınırı olmalı bayım.”(Bir romanın iki karakteri gibi atışmak en büyük zevkimizdi.)
-“Sınırlar bizim gibilere işlemez, bunu siz de benim kadar pek iyi bilirsiniz. Hem ödeşmek için fırsat kollamak ne zamandır delilik olmuştur bilinmez.”
-“Hakkınızı vermeliyim. Yalnız hala çözmemiz gereken bir sorunumuz var. Bu deliliğe daha sonra devam etmemiz daha uygun olur.”
-“O zaman teklifiniz hala geçerliyse kabul ediyorum. Çünkü bunu siz olmadan yapamam hiçbir şeyi yapamayacağım gibi.”
-“Öyleyse, ben yarın akşam 17.30 gibi kafede köşe bucak bir masada otururum. Eğer bir sorun olacak gibi hissederseniz garsona seslenip bir sütlü ve şekerli kahve isteyin hiç sevmediğiniz gibi. Böylece ben de sorun olduğunu anlayıp, sizi yeni fark etmiş eski bir arkadaşınız gibi yanınıza gelir selam veririm. Sonrası da duruma göre belli olur zaten. Anlaştık mı?”
-“Her seferinde hayran kalıyorum sorunları çözme hızınıza. Bunu nasıl yapıyorsunuz madam? Rica ederim bana da öğretin.”
-“Sadece sizi düşünüyorum…Sizi üzecek, endişelendirecek hiçbir şeyin hayatınızda olmasına izin vermem. O yüzden de elimden gelen en iyi şekilde sorunları hayatımızdan defediyorum. Bu arada öğrenmeniz gerekmiyor, çünkü bunu siz de beni için yapıyorsunuz farkında olmadan.”
Teşekkür edercesine yanağıma küçük, narin bir öpücük kondurup gözlerime baktı. Bakışları tenimi yakmakla kalmayıp nefes alışverişimi de hızlandırıyordu. Kitaba devam etmek için artık geç olmuştu. Açlık midemi yakarken karnımdan gelen gurultuları duyunca, “Gece kuşumuz ne yemek ister?” diye sordu.
-“Diğer kuşlardan duyduğum kadarıyla sırrını sadece sizin bildiğiniz bir fırında tavukla pilav tarifiniz var. Elinizde malzemeler mevcutsa birlikte yapabiliriz.”
-“Hayır, asla kabul edemem hanımefendi. Gece Kuşları restoranımızda garson da benim aşçı da. Yardım teklifiniz için teşekkürler. Keyfini çıkarın.” derken göz kırpıp bir de sırıtışı vardı ki görmelisiniz. Ya da iyi ki görmediniz çünkü o an onu gören herkes aşık olabilirdi. Bu yüzden şükürler olsun ki sadece ben görebildim.
Ömür’ün mutfakta yemeğimizi hazırlamasını beklerken kitaplıktaki defterimle göz göze gelince hatırladım ki yazmayalı epey zaman geçmişti. Nedenini benim de bilmediğim bir şekilde eskisi gibi yazamıyordum. Ya durmaksızın düştüğüm o derin kuyularım beni azat etmişti ya da mutluydum…Mutluluk deyince şu anı canlandı gözümde: Geçen yaz Ömür ile bir sabah kalkıp ani bir kararla çiçekçiye gitmiştik. Sümbüller, zambaklar, karanfiller, şakayıklar ve menekşeler alıp eve dönünce yarışa girmişçesine bahçeye koşuşmuştuk. O, çiçeklerin renklerine göre ve karışık türlerde ekilmesini ben ise hem renklerine hem de türlerine göre ekilmesini önerince -çocukluğumuzdan beri ne zaman karar veremesek yaptığımız gibi- taş, kağıt, makas oynadık ve tabii ki yine kaybeden bendim. Ona karşı kaybetmek bile kazanmışım gibi mutlu ediyordu beni. Ömür bahçede çiçekleri renklerine göre ayırırken ben de kahvaltımızı hazırlıyordum. Mutfağın penceresinden onu seyrederken adeta bir film izliyor gibiydim. Bu sırada hızlısından bir poğaça yapmıştım. Kokusunu almış olacaktı ki heyecanlı bir şekilde:
-“Sen birtanesiiinn!” diye seslendi.
-“Biliyoruumm!”
Güldü yine benim deli oğlan. Sonrasında kahvaltı edildi, çiçekler ekildi, akşamüstüne doğru birer kahve alındı ve sonsuza kadar sürebilecek sohbetlerimizden biri başladı. Ben, bu anları düşünürken sırıttığımı Ömür bana yemeğin hazır olduğunu söylemek için seslendiğinde fark ettim.
-“Neden sırıtıyorsunuz?”
-“Geçen yaz bahçede çiçek ektiğimiz günü hatırladım bayım.”
-“Her anıyla gerçekten mutlu bir gündü. Bazen gerçekten yaşanmış olabileceğini sorguluyorum.”
-“Evet, bana da oluyor o.” Mutfaktan gelen bu yemek kokuları bana yine kurt gibi acıktığımı hatırlatınca, “yemek hazır olmalı aksi takdirde bu nefis kokuya dayanamayıp fırına atlayabilirim.” diye ekledim.
-“Hey, sakin olun lütfen! Müessesemizde güvenlik en önemli kurallarımızdan bir tanesidir. O yüzden siz burada oturuyorsunuz ben de masayı hazırlayıp geliyorum.Yalnız rica ediyorum yarınki köşe yazınızda restoranımı överken burada tek kişinin oluşunu göz önüne alınız. Beklediğiniz için teşekkürler.”
-“Delisin sen hem de öylesine değil, bayağı kafadan çatlaksın.”
-“Beni bu yüzden seviyorsunuz diye biliyordum. Dilek ve şikayet kutumuz olmadığından da bu durumdan şikayetçi olamazsınız.”
-“Şikayetçi değilim bayım, sadece çok açım.”
Masayı hazırladı, yemekleri getirdi ve:
-“Afiyet olsun, yağ bağlasın.” dedi. Genellikle son dileğini duyduğumda atışmasına karşılık vermek için çatalı, kaşığı bırakırdım ama bu sefer buna mecalim olmadığından sadece gülerek geçiştirdim. Her lokmamda sonsuza dek yiyebilirmişim gibi hissediyordum onun yemeklerini. Nefes almak için kafamı kaldırınca yemediğini fark ettim.
-“Sen neden yemiyorsun?”
-“Değerlendirmenizi bekliyorum.”
-“Neredeyse 3 dakikada önümdeki bu koca tabağı bitirdim ve hala değerlendirme mi bekliyorsunuz? Peki öyleyse şunu söyleyebilirim ki; yarın yazımda sizi övmem için tek başınıza çalıştığınızı göz önünde bulundurmama gerek kalmayacak.” Bunu duyduğuna sevinmiş olacak ki çatalıyla bıçağını havaya doğru savurarak,
-“Yaşasınn! Sayenizde restoranım bir süre daha büyük bir şevkle çalışmaya devam edecek.” Güldü ve yemeye başladı. Yine gülüşmelerle ve atışmalarla geçen bir yemekten sonra yatmaya hazırlanırken aniden:
-“Yarın için gergin hissediyorum. Belirsizlikten nefret ediyorum biliyorsun ama ne yapacağım onu da bilmiyorum.” dedi.
-“Bak deli çocuk, ben buradayım yarın da orada seninle olacağım. Gerilmen çok normal sonuçta kimdir, necidir, neden seninle konuşmak istiyor bilmiyoruz. Ama öğreneceğiz tamam mı?”
-“Hislerimi olduğu gibi ifade edemiyorum, hamurumda yok. Yine de şunu bilmeni istiyorum: Senin yanındayken hep o 10 yaşındaki Ömür olarak şımarmak, saçmalayabilmek benim için paha biçilemez. 17 sene oldu ve hiç kimse ya da hiçbir şey bizi, bizden koparamadı. Koparamaz da zaten…Yine de bazen bir korku gelip de içimi kemirmeye başladığında ya o çiçek kokun etrafımı sarıyor, ya narin sesin kulağımda çınlıyor ya da anılarımız canlanıyor gözümde. Bunu kaybetmek istemiyorum anlıyor musun?”
Onu tanığımdan beri bu şekilde açıkça hislerini ifade etmesi bir elin parmağını geçmez. Dışarıya karşı ne kadar sert dursa da içindeki çocukla tanışınca deliliğiyle boy ölçüşemeyeceğinizi anlıyorsunuz. Ne diyeceğimi bilemeden ve cevapsız da bırakmak istemeden:
-“İnan bana çok iyi anlıyorum seni, hislerini, söylemek isteyip de dilinden dökemediklerini…Ben de yaşıyorum aynı korkuları, duyguları ve katılıyorum da bizi kimsenin ya da hiçbir şeyin ayıramayacağına. Ömür, ben sadece senin yanındayken korkusuz bir çocuk gibi umarsızca davranabiliyorum, sadece seninleyken sesimin çirkinliğinden utanmadan bağırarak şarkı söyleyebiliyorum, sadece seni seviyorum…ve yine sadece sana ait hissediyorum.” Konuşmamı bitirdiğimde iki sulu göz tebessüm ederek birbirimize bakıyorduk. Önüme düşen bir tutam perçemimi sakin hareketlerle gözümün önünden çekip yanağıma birkaç küçük öpücük iliştirdi. Elimi yanağına koyduğumda ise yüzünü elime yaslarken bir küçük öpücük de avucuma koydu. Bir süre zaman durmuştu sanki bizim için. Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar bir anı bozmaktan korkuyorduk belki de. Uyku gözlerini ele geçirmek istediğinde tek bir göz kırpış anında birden çok kırpmaya başlıyordu.
-“Bu anı bozan kişi olmak istemezdim ama hadi uyuyalım çok geç oldu.”
-“Akıl okuma gücün var senin artık buna daha çok inanıyorum.”
-“Ah, benim fantastik diyarlarda dolaşıp duran uyku şirinim! Uykun geldiğinde gözlerin, dilinden önce söylüyor bunu bana.”
-“Bu lakaplar her geçen gün daha da uzuyor farkında mısınız benim küçük kızım?”
-“Evet, ama uyumamak için konu açmaya çalıştığınızın da farkındayım. Binlerce kez iyi geceler sana.”
-“Binlerce kez beter olsun gece senin ışığın yoksa.”
Dedim ya onunla anlaşmak çok kolaydı artık ilk zamanların aksine. İki terk edilmiş çocuğun acısı benzer olsa da aldıkları yaralar farklı yerde vücutlarına bezenmişti. Ben hep çok konuşur, asla susmazdım. Çünkü ne zaman susacak olsam, “Beni ne zaman almaya gelecekler?” diye düşünür dururdum. Ömür ise; asla konuşmaz ya bir heykel gibi kaskatı durup oynayan çocukları izler ya da kitap okurdu. Yurttaki oyun saatlerinden yemek saatlerine görüyordum onu sadece. Onlar da olmasa odasından çıkartamazdı kimse onu. Bir inat ki tutuştuğunda “aman” deyip de kaçıverin keçiliğinden. Tanıyana kadar hep gıcık, kibirli, kendini beğenmiş, somurtkan bir huysuz olduğunu düşünür herkes, ben dahil. Belki de bu yüzden beni başından defalarca kovsa da pes etmemiş her geçen gün daha çok yaklaşmaya çalışmıştım ona. Kaçan kovalanır derler ya o misaldi işte. Bir buçuk sene…Tam bir buçuk sene boyunca onunla iki kelime konuşabilmek için peşinden koşmuştum. Başlarda kafamı meşgul etmek için kendimce oyun haline getirdiğim bu durum zaman geçtikçe onu tanıma hatta arkadaş olma arzusuna dönmüştü. Zaman geçtikçe o pes etmeye, ben ise atak hallerimi onu kızdırmamak için azaltmaya başladım. Günden güne iki üç kelimelik konuşmalarımız sonu gelmeyen paragraflara evrildi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
'BELKİ'LERİN ŞAFAĞINDA
RomanceTerk edilmiş iki yabancı, yıllar sonra çocukluklarına yapılan haksızlığın sebeplerini öğrenmeye başladığında olaylar devam ederken bu yabancıların ilişkisinin alacağı karmaşık hâl ne kadar karmaşık olabilir ki?